TKP
 
Yeniden Merhaba
Yayın İlkelerimiz
Yazılar - Arşiv
 
İşçinin Sesi Yayınları
Kitaplar
İşçinin Sesi
Çek-Al
Kavga - Kervan
Kaynak
İşçi Yaşamı
İşçinin Gezetesi
Binçiçek
cddrt
dtd
Isha Bulletin

Soviet News
 
 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ ENTERNASYONAL ZİHNİYETİ

 
Y. Zamir

Ücretli emek, yabancılaşmış emek faaliyetinin yarattığı bir toplumsal ilişki biçimidir. Sermaye de aynı yabancılaşmış emek faaliyetinin yarattığı bir toplumsal ilişki biçimidir. Bu iki ilişki, ücretli emek – sermaye ilişkisi olarak birbirlerine kilitlenmiştir. Ücretli emek ile sermayenin birbirleriyle sürekli mücadele halinde olmaları, yabancılaşmış emeğin kendi kendisiyle çatışan sapkın doğası gereğidir.
Ücretli emek ile sermaye, ayrı toplumsal gerçekliklerden doğup birbirlerine “dışarıdan” musallat olmuş değildirler. Tam tersine, birbirleriyle, biri var olduğu sürece ötekisinin de var olacağı içsel bir ilişki içindedirler.

İşgücünün emekçiden kopup metalaşması, işgücü metaının ücretle mübadele edilmesi, böylece insanın üretici gücünün sermayenin üretici gücü haline gelmesi, yabancılaşmış emeğin ucube tezahürleridir. Sermaye, özünde, emeğin üretkenliğinin tersine dönerek emekçinin karşısına yabancı bir güç olarak çıkması demektir.

Marks’ta sermayeye karşı mücadele, ücretli emeğin dışında yer alan dışsal bir güce karşı mücadele değildir. Sermayeye karşı mücadele, aynı zamanda, sermayeyi üreten ücretli emeğe karşı da mücadeledir. Aşağıdaki alıntı, “işçi sınıfının nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tamamen kaldırılması” diye buna dikkat çeker:

“Sendikalar, sermayenin saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak iyi iş görürler. Başarısızlıkları kısmen, güçlerini akılsızca kullanmaları yüzünden olur. Başarısızlıkları genellikle, mevcut sistemin sonuçlarına karşı yürüttükleri gerilla savaşıyla eşzamanlı olarak mevcut sistemi değiştirmeye çalışacak yerde, örgütlü güçlerini işçi sınıfının nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tamamen kaldırılması için bir kaldıraç olarak kullanmaya çalışacak yerde, kendilerini mevcut sistemin sonuçlarına karşı gerilla savaşıyla sınırlamaları yüzünden olur.” (K. Marks, “Ücret, Fiyat, Kâr”, Haziran 1865,  MESY, İng., c. 2, s. 75-76.)

Ücret sistemi, ücretli emek toplumsal ilişkisini anlatır. Ücret sistemi, insandan koparılarak meta haline getirilen işgücünün ücret karşılığı alınıp satılması düzenidir.

Ücret sistemini ortadan kaldırma mücadelesi, işgücünü meta haline getiren yabancılaşmış emek sürecini ortadan kaldırma mücadelesidir. İşgücünü meta olmaktan kurtarma mücadelesi, işgücünü, yani insanın kendisini insan olarak gerçekleştirip geliştirme kapasitesini insana iade etme mücadelesidir.

İşçilerin, ezilenlerin ekonomik-demokratik mücadeleleri, insana aykırı dünyanın insana aykırılığını törpüleme mücadelesi gibi görünür. Gerçekte bu gibi görünümler altında, işçilerin, mülksüzlerin, insanlığı reddedilenlerin kendilerini komünal insan olarak inşa etme mücadelesi gelişir. İşçi sınıfı mücadelesi, komünal insanlığı yaratma yolunda insana ait her şeyi, her türlü insanca hali, dahası, insanın inorganik bedenini, yani doğayı da savunmak durumundadır.

İkinci Enternasyonal, Marks’ın yabancılaşmış faaliyetten kurtuluş teorisini, sosyalist ya da komünist toplumsal devrimin tarihsel kapsam ve derinliğini hiçbir zaman anlamamıştır. İkinci Enternasyonal, mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, piyasanın, ücretli emeğin, sermayenin, dahası, yalıtık bireyin, sivil toplumun, hiyerarşik yapıların, devletin, kısacası bütün bunları vazeden insana yabancılaşmış faaliyetin dünya çapında ortadan kaldırılması gereğini idrak edememiştir.

İkinci Enternasyonal, Marks’ın eleştirel teorisini kavramadığı için Marks’tan ekonomi politikçi, yani pozitivist bir yorum çıkarmıştır. İkinci Enternasyonal, Marks’ın ekonomi politik eleştirisinin içinde ilerlediği zihinsel güzergâhı yığınsal-pratik eleştiri yoluyla gerçek dünyada fiilen açmak yerine, yani yığınsal-pratik eleştiri yoluyla yabancılaşmış faaliyetin bütünsel inkârına doğru yürümek yerine, iktidarı devralarak insana aykırı ilişkileri devlet eliyle yeniden düzenleme siyaseti gütmüştür.

İkinci Enternasyonal’in kapitalizm eleştirisi, tekil sermayelerin bencilliğinin ve üretim anarşisinin eleştirisi sığlığındadır. Kapitalist toplumun eleştirisi böylesine kıt olunca, onun karşısına konulan sosyalist toplum projesi de üretim araçlarının devletleştirilip merkezi plânlamaya bağlanması sığlığında olmuştur.

Endüstriyel kapitalizmin yükselişi

İkinci Enternasyonal zihniyeti, on dokuzuncu yüzyıl sonlarında hızla sanayileşmekte olan Almanya’da biçimlenmiştir. Bundan ötürü, İkinci Enternasyonal zihniyetinin toplumsal şifrelerini çözmek için o zamanki Almanya’yı derinden sarsan hızlı sanayileşme sürecini incelemek gerekir.

Makineli üretime dayalı kapitalizm, yani endüstriyel kapitalizm ilk olarak İngiltere’de, on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başladı. Bu gelişmenin arkasında yaklaşık dört yüz yıllık ilkel sermaye birikimi süreci ve ticaret sermayesinin demlene demlene dönüşüme hazırlanması vardı.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiltere’de sanayileşme artık patlamıştı. Buharlı makine gümbür gümbür üretime girmekte, fabrika sistemi hızla yayılmakta, yani kapitalizm manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçmekteydi.

O zamanki İngiltere, dünya denizlerini ve kritik coğrafyaları kontrol eden bir sömürge imparatorluğuydu. Dolayısıyla yeni doğan makineli sanayii, İngiltere’nin dünya çapında kurduğu yaygın ticaret ağını hazır devraldı.

Maşinofaktür malları yüksek emek üretkenliği sağlayan makine teknolojisiyle üretildiği için manifaktür mallarına göre düşük maliyetliydi. Bundan ötürü, öteki ülkelerde üretilen manifaktür malları İngiltere’nin dünya pazarına sürdüğü maşinofaktür mallarıyla rekabet edememekteydi. İngiltere’deki makineye dayalı sanayi, ucuz meta fiyatları sayesinde, öteki ülkelerdeki el tezgahlarına dayalı sanayileri yıkmaktaydı.

On dokuzuncu yüzyılın başında endüstri devrimi İngiltere’yi boydan boya harmanlarken, kıta Avrupa’sındaki sanayi hâlâ manifaktür aşamasında evrimini sürdürmekteydi. Buharlı makine Fransa yoluyla kıtaya daha yeni yeni giriyordu. Hal böyleyken, Avrupa birdenbire İngiliz maşinofaktür mallarının istilâsına uğradı. Bu durum, kıtadaki kapitalist gelişmeyi baskı altına aldı ve siyasal iktidarların ekonomi politikalarını derinden etkiledi.

İngiltere’de endüstriyel kapitalizm yükseldikçe, ülkede serbest rekabet düzeni yerleşmeye, böylece devletin ekonomideki rolü azalmaya başlamıştı. İngiltere, düşük maliyetli maşinofaktür mallarının rekabet avantajını realize edebilmek için, bütün dünyada serbest ticareti savunuyordu. Kıta ülkeleri ise devlet müdahalesi ve korumacılığa yapışmıştı. Çünkü, eğer kıta ülkeleri ayakta kalacaklarsa, İngiliz mallarına karşı gümrük duvarlarını yüksek tutmalıydılar. Kıta ülkelerindeki yerli sermayelerin kendi doğal evrimleriyle makineli üretime geçecek vakti kalmadığına göre, kıta devletleri, sermaye birikimi sürecine daha aktif müdahil olmalı ve ülke içi kaynakları seferber ederek maşinofaktüre geçişi hızlandırmalıydılar.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yeni bir sanayileşme dalgası Avrupa ve Kuzey Amerika’yı etkisi altına aldı. O yıllardaki sanayileşme hamlesi dünya ekonomisini öylesine derinden yapılandırdı ki, bugünü hâlâ etkilemekte olan az gelişmiş – gelişmiş ülke ayrımının temelleri o yıllarda atıldı.

İngiltere’de on sekizinci yüzyılın sonlarında başlayan ilk sanayileşme dalgası, el emeğine dayalı dokuma tezgâhlarını buharlı makinelerin döndürdüğü millere bağlayarak işe başlamıştı. O yıllardaki basit buharlı makineler, el emeği ve el aletleri kullanılarak mütevazı işliklerde üretilebiliyordu. Buharlı makine satın almak için gereken para-sermaye miktarı, ortalama bireysel kapitalistin imkânları dahilindeydi.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki ikinci sanayileşme dalgasında, yani ağır sanayiin kuruluşu döneminde ise durum farklıydı. Ağır sanayi demek, dev demir-çelik tesislerinin inşa edilmesi, onları besleyecek miktarda demir cevheri ve kömür çıkarılıp nakledilmesi, büyük buharlı gemilerin, limanların, lokomotiflerin, yaygın demiryolu şebekesinin yapılması demekti. Bu devasa sanayilerde kullanılacak olan karmaşık makine ve aksamın üretimi için önceden gelişmiş bir makineli sanayi altyapısının bulunması gerekiyordu. Sonra, bu dev yatırımlar için muazzam miktarlarda para-sermayeye ihtiyaç vardı.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Almanya, sermaye birikimini, makineye dayalı sanayiini henüz yeterince geliştirememiş, üstelik küçük devletçiklere bölünmüş bir ülkeydi. Almanya’nın önünde iki seçenek vardı: Ya ağır sanayii hızla kurarak dünya pazarında kendisine yer açacak ya da İngiliz mallarına teslim olarak geri kalmışlığı kabullenecekti.

Eğer Alman sermayesi ayakta kalacaksa, geç kalmışlığı telâfi etmek için acilen ülke içi pazarı bütünlemeli, ülkedeki bütün kaynakları, bütün tekil sermayeleri birleştirerek ağır sanayie yöneltmeliydi. Dahası, ağır sanayi üretimi için gereken hammaddelerin ülkeye akışı sağlanmalıydı. Ne var ki, dünya hammadde kaynakları İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının denetimi altındaydı. O halde Alman sermayesi, ihtiyacı olan hammadde kaynaklarına ulaşmak için mutlaka devletin askeri ve diplomatik gücünü arkasına almalıydı.

Almanya 1866′da siyasal birliğini sağlayarak son derece hırslı bir ağır sanayi hamlesi başlattı. Ağır sanayi yatırımları için muazzam miktarda para-sermaye gereği, endüstri sermayesi ile banka sermayesini birleşmeye itti, böylece finans kapital ortaya çıktı. Finans kapital, bir yandan ekonominin bütün stratejik sektörlerini ele geçirirken, bir yandan da devletle giderek bütünleşti. Bu iki süreç birbirlerini destekler tarzda iç içe gelişti. Alman Sosyal Demokrat Parti liderlerinden Rudolf Hilferding, 1910′da yayımlanan “Finans Kapital: Kapitalist gelişmenin en son aşaması üstüne bir çalışma” adlı kitabında, Almanya özgülündeki bu durumu kapitalizmin evrensel bir gelişme aşamasıymış gibi takdim etti.

Oysa, geç kalmışlığın basıncı altındaki Almanya özgülünde bunlar yaşanırken, İngiltere’deki ikinci sanayileşme dalgası daha elverişli koşullardan ötürü daha piyasacı bir yol izliyordu.

İngitere’deki ilk sanayileşme dalgası, dünya pazarı zaten elde olduğu için rakipsiz ilerlemişti. Bu süreç boyunca, İngiltere’de ikinci sanayileşme dalgası için gerekli olan sermaye birikmiş, finansal örgütlenme gelişmiş, endüstriyel altyapı tamamlanmıştı.

İngiliz banka sermayesinin uluslararası finans hareketlerindeki rolü büyüktü. Banka sermayesi, sermayenin devrevi hareketi içindeki işlevi gereği para-sermaye biçiminde kalması gereken sermaye çeşitidir. İngiliz banka sermayesinin dünya çapındaki finansal operasyonları başarıyla yürütebilmesi için sermayesini ağırlığıyla likit konumda tutması gerekiyordu. İngiliz banka sermayesinin Almanya’daki gibi endüstri sermayesiyle birleşerek üretken-sermaye momentine uzun vadeli bağlanması, onu asli işlevinden uzaklaştırırdı. Kaldı ki, İngiliz endüstri sermayesi ile banka sermayesine birleşmeyi dayatacak acil bir zorunluluk yoktu. Çünkü İngiltere zaten dünya pazarının endüstriyel merkeziydi. İngiliz endüstri sermayesi, büyük yatırımlar için gerekli kaynağı mevcut birikimlerinden, dünya borsalarında hisse senedi satışlarından ve bankalardan aldığı normal kredilerden sağlayabiliyordu.

Almanya özgülündeki sorun, önüne koyduğu hızlı sanayileşme hedefi için sermaye birikiminin yetersiz oluşuydu. Endüstri sermayesi ile banka sermayesinin birleştirilmesi, mevcut sermaye birikiminin yetersizliğini aşmak için başvurulan olağanüstü bir çözümdü. Ayrıca hızlı sanayileşme, işçi sınıfını hızla büyütüyordu. Toplumun hızla dönüşmesi, iç gerilimleri artırıyor, işçi sınıfı mücadelesini keskinleştiriyordu. Bu durum, sermaye grupları arasında safları sıklaştırma, devletle iç içe geçme eğilimini güçlendiriyordu.
İngiltere’de ise sermaye birikimi süreci daha eskiden başlamış, dolayısıyla toplumsal dönüşüm sancıları daha uzun süreye yayılmıştı. İngiltere’deki sanayileşme süreci kendi ritmi içinde gelişirken, Almanya’daki gibi katı bir devlet tekel bütünleşmesini ortaya çıkarmamıştı.

Benzer bir durum ABD için de geçerliydi. ABD kıtasal ölçekte bir ülke olduğu için tekil sermayelerin tekellere büyümesi Avrupa’dakiler kadar hızlı yol almıyordu. Kaldı ki devlet, sermayenin genel çıkarları doğrultusunda ekonomik liberalizmi sürdürmek için, ortaya çıkan tekelleri anti-tröst yasalarıyla denetim altında tutuyordu. Amerikan liberalizmi, tekil sermayelerin serbest rekabet içinde sömürü özgürlüğünü güvenceye alarak, sermayenin bir bütün olarak serbestçe birikim yapmasını, dolayısıyla kapitalizmin dinamik gelişmesini sağlıyordu.

Finans kapital ile devletin bütünleşerek ekonomiyi güdümüne alması, o zamanın gelişmiş kapitalist ülkeleri olan İngiltere ve ABD’deki genel eğilimi yansıtmıyordu. Finans kapital ile devletin bütünleşerek ekonomiyi güdümüne alması, geç kalmış kapitalizmin Almanya’daki sıkışmışlığından doğan özgül bir eğilim olarak ortaya çıkmıştı.

“Sosyalizm için tam maddi hazırlık”

İkinci Enternasyonal’in zihinsel ufku, bağrında doğduğu Almanya ile sınırlıydı. O zamanki Almanya geç kalmışlığın basıncı altında ayakta kalabilmek için dünya pazarında kendisine yer açma mücadelesi veriyordu. Almanya, sermaye yetersizliğini telâfi etmenin olağanüstü yolu olarak ekonomisini hoyratça merkezileşmekteydi. İkinci Enternasyonal, baktığı Almanya penceresinin gösterdiği manzaradan hareketle şöyle bir analiz geliştirdi:

Üretici güçler bireysel kapitalist mülkiyetin içine artık sığamayacak kadar büyüyünce bireysel kapitalist mülkiyet biçimiyle çatışmaya girer. Bu çatışmaya cevap olarak hisse senetli kapitalist mülkiyet, yani anonim şirketler doğar. Zayıf sermayeleri yutarak büyüyen anonim şirketler sektörlerinde tekelleşir. Tekelleşen sanayi sermayeleri ile banka sermayeleri birleşerek finans kapitali ortaya çıkarır. Finans kapital, ekonominin tepelerini kontrol altına alarak, “sosyalizm için nihai örgütsel ön gereklilikleri” yaratır:

“Finans kapitalin toplumsallaştırıcı işlevi, kapitalizme üstün gelme görevini son derece kolaylaştırıyor. Finans kapital ekonominin en önemli dallarını bir kez kontrol altına aldıktan sonra, toplumun bu üretim dallarının kontrolünü ele geçirmek için bilinçli yürütme organı -işçi sınıfı tarafından fethedilmiş devlet- aracılığıyla finans kapitale el koyması yeterlidir…

“Finans kapital, sosyalizm için nihai örgütsel ön gereklilikleri yaratırken …” (Rudolf Hilferding, Finans Kapital,  http://www.marxists.org/archive/hilferding/1910/finkap/ch25.htm)
Doğru teorik öncüllerden başlayıp yanlış sonuçlara ulaşan yukarıdaki senaryonun geliştirilmiş versiyonu şöyledir: Dev tekelleri elinde tutan finans kapital, giderek devletle iç içe geçerek devlet-tekelci kapitalizmini yaratır. Devlet-tekelci kapitalizmi, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Bundan daha ötesi, ancak sosyalizm olabilir.

İkinci Enternasyonal, sosyalizmin kuruluşunu, yabancılaşmış faaliyetin ortadan kaldırılıp yerine komünal faaliyetin gelmesi olarak değil de işçi sınıfı adına siyaset yapan partinin devlet iktidarını ele geçirip ekonomiyi devletleştirmesi olarak kavramlaştırdığı için, devlet-tekelci kapitalizminde sosyalizmin maddi temelini gördü. Bu akıl yürütmeye göre, devlet-tekelci kapitalizmi, ekonomiyi tek bir mekanizmada bütünleştirerek ülke çapında merkezi plânlamayı mümkün kılmıştı. O halde, işçi sınıfı adına iktidarı ele geçiren parti, devlet-tekel mekanizmalarını kullanarak sosyalizmi kurabilirdi.

Lenin, İkinci Enternasyonal’in parlamentoda çoğunluğu sağlama yoluyla iktidara gelme siyasetini reddederek, ayaklanma yoluyla iktidarı ele geçirme siyasetini savundu. Ancak İkinci Enternasyonal’in Almanya özgülünde geliştirdiği analize ve “devletli sosyalizm” safsatasına bağlı kaldı. Lenin de “devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık” olduğunu ileri sürdü:

“Çünkü sosyalizm, devlet-kapitalist tekelden yalnızca bir sonraki adımdır. Ya da başka bir deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmeye koşulmuş ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet-kapitalist tekelin ta kendisidir…
“Tarihin diyalektiği öylesinedir ki, savaş, tekelci kapitalizmin devlet-tekel kapitalizmine dönüşümünü olağanüstü hızlandırarak, insanlığı böylece sosyalizme doğru olağanüstü ilerletti.

“Emperyalist savaş sosyalist devrimin arifesidir. Bu, sadece savaşın dehşetinin proletarya ayaklanmasına yol açmasından ötürü değildir. Çünkü hiçbir ayaklanma, sosyalizmin ekonomik koşulları olgunlaşmaksızın sosyalizmi getiremez. Fakat, devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık olduğundan, sosyalizmin eşiği olduğundan, tarihin merdiveninde bir basamak olan devlet-tekel kapitalizmi ile sosyalizm denilen basamak arasında herhangi bir ara basamak olmadığından ötürüdür.” (V. İ. Lenin, “Yaklaşan Felâket”, 10-14 Eylül 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 25, s. 362-363.)

Lenin’in yukarıda ileri sürdüğü “devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık olduğu” iddiasını Marks’la bağdaştırmak mümkün değildir.

Bakılacak yer, üretim faaliyetinin ne devasa boyutlardaki tekeller altında yapıldığı değil, fakat üretim faaliyetinin ne nitelikteki üretici güçlerle yapıldığıdır. O zamanki üretici güçler, makine teknolojisi kullanan endüstriyel emeğe dayanıyordu. Makine teknolojisinde işçi makinenin eklentisi olarak üretim sürecinin içinde varlık bulur. Makine teknolojisine dayalı üretici güçler ne denli insanı kollar tarzda örgütlenirse örgütlensin, işçi makinenin eklentisi olmaktan kurtulamaz.

İşçiyi makinenin eklentisi olmaya mahkum eden makineli üretim temeli, emeğin kurtuluşunun maddi temeli değildir. Emeğin kurtuluşunun maddi temeli, bilgi yoğun teknoloji yaratan zihinsel emeğe dayalı üretici güçler düzeyidir. Çünkü ancak bu nitelikteki üretici güçler, doğrudan üreticileri üretim sürecinin nezaretçisi konumuna yükselten ve emek zamanını olağanüstü düşürerek herkesin kullanabileceği serbest zamanı artırma potansiyeli taşıyan maddi temeli sağlar.

Siyasal devrimi başarmak için değil, fakat komünist toplumun ilk aşamasına geçmek için emeğin kurtuluşunun maddi temelini sağlayan üretici güçlerin yaratılması gereği, o zamanlar yeterince kavranamamıştı. Kapitalizmin kâr odaklı geliştirdiği üretici güçleri insan ve doğa odaklı hale getirmek için, sapkın bir mecrada ve parçalı halde gelişegelmiş olan insan faaliyetini bütünleyerek insana geri döndürmek için, zihinleri yığınsal olarak dönüştürmek için, kapitalizm ile komünizmin ilk aşaması arasında uzun bir dünya-tarihsel geçiş döneminin, yani dünya-tarihsel ikili toplumsal iktidar döneminin yaşanması gerektiği anlaşılamamıştı.

İkinci Enternasyonal zihniyeti, sosyalizmin kapitalizmden devralınacak olan devlet-tekel aygıtlarına, merkezi plânlama mekanizmalarına yaslanarak kurulabileceği safsatasını şöyle ileri sürüyordu:
“Kapitalizm, bankalar, tröstler, posta hizmeti, tüketici dernekleri ve büro işçileri sendikaları biçiminde bir muhasebe aygıtı yarattı. Büyük bankalar olmasa sosyalizm imkânsız olurdu.

“Büyük bankalar, sosyalizmi getirmek için ihtiyacımız olan ve kapitalizmden hazır olarak alacağımız ‘devlet aygıtı’dır. Burada görevimiz, bu mükemmel aygıtı kapitalistçe sakatlayan ne varsa onu kesip atmaktan, onu daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı kılmaktan ibarettir. Nicelik niteliğe dönüşecektir. Her kırsal bölgede, her fabrikada şubeleri olan, büyükten de büyük tek bir Devlet Bankası, sosyalist aygıtın onda dokuzunu oluşturacaktır. Bu, ülke çapında defter tutma, malların üretim ve dağıtımının ülke çapında muhasebesi olacaktır. Bu, sözgelimi, sosyalist toplumun iskeleti gibi bir şey olacaktır.” (V. İ. Lenin, “Bolşevikler Devlet İktidarını Elde Tutabilirler mi?”, 1 Ekim 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 26, s. 106.)

Alıntıya göre, “büyük bankalar, sosyalizmi getirmek için ihtiyacımız olan ve kapitalizmden hazır olarak alacağımız ‘devlet aygıtı’dır“. Bankaları kapitalistçe sakatlayan ne varsa kesip atarsak ve onları “daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı” hale getirirsek, “nicelik niteliğe dönüşecektir”. Yani sözü edilenler yapılınca, “bu mükemmel aygıt” niteliksel bir dönüşüm geçirecek ve “sosyalist aygıtın onda dokuzunu oluşturacaktır”.

Oysa bankalar, onları “kapitalistçe sakatlayan” yanlar ayıklanarak aklanabilecek aygıtlar değillerdir. Bankalar, kapitalistçe sakatlanmış değildir, fakat kapitalizmin ta kendisidir. Bankalar, münhasıran para-sermayenin toplumsal iktidarını fiile çıkaran aygıtlardır. Bankalar dâhil olmak üzere bütün kapitalist aygıtlar, işçileri, mülksüz yığınları sermayenin, paranın, piyasanın iradesine tabi halde tutmanın aygıtlarıdır. O aygıtlar “daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı” hale getirilince, tahakküm aygıtı olmaktan çıkıp özgürlük aygıtı haline gelmezler. Özgürlük toplumuna varabilmek için bankaların, borsaların, değerin, paranın, piyasanın, kısacası değer yasasının ifade ettiği bütün “ekonomik” tahakküm ilişkilerinin, toplumsal yarılmışlığın, devletin ortadan kaldırılması gerekir.

“Büyükten de büyük tek bir Devlet Bankası” sosyalist bir “aygıt”ın değil, ancak totaliter bir aygıtın unsuru olabilir! “Büyükten de büyük” devlet aygıtlarıyla, özgürlük toplumu değil, ancak totaliter bir kâbus yaratılır! Olan da bu olmuştur!

11 Mayıs 2011