28 Kânunisani’yi Unutma!Mustafa Suphi liderliğindeki TKP’nin kurucu lider kadrosunun, ülkeye giriş yaptıktan kısa süre sonra, 28-29 Ocak 1921’de alçakça öldürülüşünün 91.yıldönümünde 15 yoldaşımızı sevgi ve saygıyla anıyoruz. Anıları her zaman bizimle yaşayacak! Yoldaş NAZIM HİKMET, 1923 *** Bu anma görevimizi, sanki dini bir vecibeyi yerine getirir gibi yapmadığımızı belirtmek isteriz. Biliyorsunuz “sol” kesimde her yıl 10 Eylül “kutlaması” neredeyse gelenekselleşti, aynen 28 Kânunisani “anma”sı gibi. Bu iki takvim olayının çevresinde yapılanların görünürdeki en büyük özelliği, sanki dini birer olaymış gibi ele alınmalarıdır. 10 Eylül’ü Müslümanların Şeker Bayramı gibi terennüm eder olduk. Herkes en güzel giysilerini giyerek toplantı mahalline geliyor. Kızıl bayrakların ve de çatık kaşlı resimlerin ortasında, “Ekim Devrimi’nin alevlerinden” başlayan konuşmalar… Viyana Muhasarası’ndan sonra Osmanlı’nın başarıdan başarıya koşarak nasıl küçüldüğünü anlatan tarih kitaplarını andırırcasına, “Sol”un mücadele ede ede nasıl bölük pörçük ve pür perişan hale geldiğinin anlatımı… Bu noktai nazardan hareketle “hareketimizin” neden haklı olduğunun ve doğru yolda emin adımlarla ilerlediğinin beyanı… İman tazeleme… Bu arada, eş dost, dışarıdan gelenlerle içeriden çıkmışlar, mesleki başarı göstererek iki restoran açmışlarla türkü bar sahipleri, emekliler ve de Davut Sulari’nin parçasında söylendiği gibi, “dertliler oturmuş derdin söyleşir”; eski günleri, mesela Kocamustafapaşa’da yaptıklarını, ya da falanca yerin legal parti başkanı iken nasıl çaktırmadan parti değiştirdiğini birbirlerine anlatır. Eski yönetici taze dönek, emekli muarızına döner ve “yoldaş,” der, “sizin aranıza nasıl da adam sokmuştuk”, o da “kimdi kimdi, o Trabzonlu kel miydi yoksa” diye sırnaşır… Bizim dönek, öyle kolay teslim olmaz, eski muarızını şimdiki “yoldaşını” meraktan çatlatır. Ötekisi, zaten ruh hastası, gece uyuyamaz. Acaba kimdi? Ve bu mealde bir 10 Eylül toplantısı daha geçer gider, 12 Eylül öncesinde birbirini işverene “o bilmemneci” diye ihbar eden ve tutuklatarak işten (dolayısıyla sendika temsilciliğinden) attıran yeni “yoldaşlar”, aslında yeni yaşamlarında paradoksal biçimde aynı yolun yolcusu olmuşturlar. Yaşları yetmiş olmamıştır ama işleri erkenden bitmiştir. Tabii, “Solculuğun şeker bayramı” gibi terennüm edilen 10 Eylül anmalarında yapılmaması gereken, kaçınılması gerekli şeyler de vardır. Örneğin, ağız tadıyla bir kutlama yapmak istiyorsanız, 1981 tutuklamalarında “partinin hemen hemen tamamının üst yöneticiler eliyle burjuvaziye teslim edildiği” meselesini deşmeyeceksiniz. Partinin en tepe yöneticilerinin poliste bütün örgütsel bilgileri açığa verdiği ya da yakalattığı herkesin bildiği bir sır iken, herkesin (evet, herkesin) polis ifadelerinin neden yayınlanmadığını, kamuoyuna açıklanmadığını, dahası bu ifadeler polisin arşivinde dururken neden avukatlardaki ifadelerin bir şekilde “yok edildiğini”, “yandı bitti kül oldu” misali yitirildiğini, soruşturmayacaksınız… “Yoldaşların” mide asidini, şekerini azdırmayacak, komünistlerin Şeker bayramını rezil etmeyeceksiniz. Olan zaten olmuş, atı alan burjuvazi zaten köşeyi dönmüştür. Kapanmış yaraları deşmenin ne alemi var! Tutuklanıp içeride dünyası paramparça olanın sen olmasının çok da önemi artık yok. Çünkü parti yok! Parti yöneticisi şimdi MESS yazarı, ya da bilmemne şirketinin ana ortağı ya da önemli basın mensubu!... Ya da adam, TKP’de, İşçinin Sesi tarihinin en büyük tutuklamasının yegane ele vericisidir. Poliste konuşmak ne kelime, tüm randevularını kendi eliyle polise teslim edip, işkenceden çıkan yoldaşlarına ise zırıl zırıl ağlayarak “ben bu işin adamı değilim, siyaseti bırakacağım” dedikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi bir gün tepe yöneticisi olarak görücüye çıkmıştır. Onun tutuklattırdığı genç adam, “polis bülbülünü” bir gün karşısında üst yönetici olarak görünce, partiden çeker gider. Güveni gitmiştir çünkü. (Bu konuyu deşmek biraz abes kaçmaktadır, çünkü bizim bülbül tepe yöneticidir artık.) Ama neylersin, derler ya, maktül katilinin koynuna girermiş… Öyle bir şey. (Neyse ki tarihin adaleti diye bir şey var, bülbül bu kez mali meseleden ötürü TKP kongresinde ihraç edilen yegane şerefsiz olma payesine erişmiştir.) “Sen Onbeşler’e ağıt yakmaya devam et yoldaş, onun bir yanı Atlantik deryasında çalkanır şimdi, ‘yoldaş’ına zehir etme dünyayı!!.” Ya, işte böyle, 10 Eylül “bayramında” bu tür yaratıkların nasıl olup da sağda solda “yoldaş” olarak kabul gördüğünü, vakıf mütevellisi falan olduğunu sormayacaksınız. Mideniz kaldırmayabilir katillerle maktüllerin kuzu sarma “yoldaşlığını”. Atı alan zaten köşeyi dönmüştür. Ne de olsa bunlar ya eski siyasi, eski memur, eski asker çocuklarıdır… Asıllarına rücu etmek en büyük özellikleridir. Zaten işçi de kalmamıştır modern dünyamızda; üstelik “devlete kafa tutan burjuvalara” destek olmak varken, siz kulağı kesik işçilere laf düşmez… Herkes yerini bilmeli şu dünyada… *** 28-29 Kânunisani 1921 meselesi de büyük ölçüde benzer bir durumdur. Her yıl düzenlenen mutat 28-29 Ocak “anmaları”, artık gına getirmektedir. Mekke’deki göktaşının etrafında huşu içinde dönenler gibi değilsek de çok uzak da değilizdir hani. Ölülerimize olan tutumuzun 10 Kasım’da Anıtkabir’e gidip “Ata’m sen kalk da ben yatam”cıların eyyamcılığından fazlaca bir farkı yoktur. Yer kiralamak, Onbeşler’i ciddiyetle anmak, herkesin az çok yapabildiği bir iştir. Şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya, bu anmada da, bir avuç eski bilginin sanki yepyeni bilgiler edinilmiş, daha önce bilinmeyen gerçekler su yüzüne çıkmış gibi dönüp dönüp tekrar edilmesi ustalık ister. 15’lerin Türkiye devletinin başındaki yönetim tarafından öldürüldüğü / öldürttürüldüğü (Hrant Dink nasıl öldürülmüştü?) artık herkesin bildiği, pek çok yönü iyice açıklığa kavuşmuş, belgelenmiş bir “sır”dır. Buna rağmen her yıl temcit pilavı gibi, sanki yeni bir durum keşfeder gibi, 15’leri kimin neden ve nasıl öldürdüğü üzerine döktüren arkadaşlar, sanki dini vecibelerini yerine getiren dindarlar gibidirler. Mutat cümleler, mutat şiirler, Kemal’den Karabekir’den vb. alıntılar… Aslında Kemal’in haberi var mıydı yok muydu, hangi kesim Onbeşler’i uyarmıştı da hangi kesim gizlice katl planını yapmıştı, bunları tekrar tekrar anlatırken, “sol” fraksiyonlar arasındaki ideolojik farklılıklar bu anlatımların arasında gizlenmiştir. Kemalizme yakınlık derecesine göre yorum farklılıkları vardır. Siz anlamayabilirsiniz ama usta bir göz bakınca hemen anlar. Bu anma vecibesi gerçekten ciddi boyutlardadır derken şaka etmiyoruz. Çünkü, bize ikide bir yoldaşlardan “uyarı” mektubu geliyor, “yoldaşlar, 10 Eylül’de yazı yazmadınız, 15’leri anmadınız...” “Ne oldu, unuttunuz mu?” Vb. Hayır, unutmadık yoldaşlar. Bu dini vecibeyi yerine getiren o kadar örgüt / hareket vb. var ki, bize sıra gelmiyor. Biz, Lin Biao yoldaşın bir zamanlar söylediği rivayet edilen meşhur “bir doğrunun bin kere tekrarında yarar vardır” sözünü, bu alanda kullanmaktan kaçınıyoruz. Elbette ölülerimizin anısını unutturmamak önemlidir, ama ölülerle de geleceğe gidilmiyor. Kaldı ki, Onbeşler’i Kemal liderliğindeki devlet kadrolarının, egemen sınıfın öldürttüğü konusunda şüphemiz yok. Burjuvazi, devlet, Kemal yönetimi hepsi parça parça ve bir bütün olarak bu katliamın sorumlusudurlar. Ve biz bunu hiçbir zaman unutmayacağız. Bize göre böyle günleri fırsat bilip Marksizmin güncel bir konusunda seminer/tartışma yapmak daha verimli bir komünist çalışmadır. *** Biz, bugüne ve de esas olarak komünist hareketin geleceğine ilişkin dağ gibi sorun birikmişken, ölülerimizin örneğinden “ileriye dönük bir ders, durumdan vazife çıkarabilir miyiz” diye sorarak, ileriye bakmaya çalışıyoruz. Mustafa Suphi’lerin katli meselesinde, TKP’nin lider kadrosunun devletçe, egemen sınıfın o günkü lider kadrosunca likide edilmeleri olayından ve bunun gibi başka olaylardan geleceğe yönelik ne ders çıkartabiliriz? Birinci ders, “itten post devletten dost olmaz” dersidir. İkinci ders, “egemen sınıf, burjuvazi, tanımı ve doğası gereği, işçi sınıfının ve komünistlerin hiçbir zaman dostu değildir” dersidir. Hiç bir şeyi hatırlayamıyorsanız, çocukluğunuzdan Kırmızı Şapkalı Kız hikayesindeki kurdu hatırlayınız. Bir üçüncü ders, “ ‘devletten dost olabilir’ ve de ‘devlete kafa tutan burjuvaziye tabii ki destek vereceğiz’ türünden vb. demeçler veren komünistler(!), ‘solcu’lar, şaibelidirler” dersidir. Bunların devletin hakiki adamı değildiyseler bile artık o yola girdiklerini varsaymalıyız. Böyle düşünemiyorsak, hayattan hiçbirşey öğrenemişiz demektir. Farklı düşünceleri olan bir tanıdığım bana “siz solcular, siyasi tarih bilmiyorsunuz” derdi. Gerçekten biliniyor olsaydı, Taraf’ta sağda solda yazanları, hâlâ “eleştilerek yola getirilebilir” aydınlar arasında saymaktan kurtulurduk. Bunlar, çoktan ırmağın öte yakasına geçmiş, aslına rücu etmiş yaratıklardır, her biri kendi çevresinin “öncü ozanı” olmuşlardır. Eski bülbüllerden burjuvazi iyi “ozan”lar yaratmaktadır. Onları kendi tercihleri ile başbaşa bırakmak en doğrusu olurdu. 28-29 Kânunisani’ye geri dönersek, bizim sorumuz şu olmalı: Bu günü, ölülerimizi anmanın ötesinde teorik ve siyasal kavrayışımızı ilerletecek bir kaldıraç haline getirmek için ne yapmalıyız? Marks’ın Engels’in bütün eserlerinin bize öğrettiği temel fikir, kapitalizmin iki gerçeğinden birinin egemen sınıf burjuvazi ötekinin ise, toplumu komünizme götürmek üzere onu devirecek işçi sınıfı olduğudur. Kapitalizmin doğası gereği bu iki sınıf hiçbir zaman dost olamazlar. Yani yaşam, iyice özüne indirgenirse “sınıfa karşı sınıf”ın her alanda ve her düzeyde mücadelesidir. Tabii, yukarıya doğru çıktıkça bu netliğin yer yer kaybolduğunu, birçok durumda ayrımların flulaştığını, iç içe geçtiğini de teslim etmek gerekir, ama komünistlerin teorik kavrayışı açısından bu durum ikincildir. (Dikkat ederseniz, soldan solculardan değil, komünistlerden konuşuyoruz. Komünistler bir yana, ötekiler nereye isterlerse o yana…) Devlete karşı tutumda da benzeri bir durum var. Devlet, sınıfların varlığıyla bağlıdır. Sınıflar ve sınıf mücadelesi varsa, devlet de vardır, olacaktır. (Devletin kapitalizme öngeldiğini, kapitalizmin özgün örgütsel biriminin devlet olmadığını - şirket olduğunu - eklemekte yarar var. Kapitalizm devleti alıp kendi çıkarlarına uygun bir yapıya sokmuştur, daha da dönüştürmektedir.) Komünistlerin amacı, yeni bir devlet kurmak değil, devletin ortadan kalkmasıdır. Her devrimin esas meselesi siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. İşçi sınıfının 1917’de devleti ele geçirmesiyle ortaya çıkan - ve Ekim Devrimi’nden 84 yıl sonra çöken SSCB deneyiminin bugün daha da bilince çıkarttığı - çok ciddi teorik ve pratik sorunlar, komünist hareketin önünde yığılmış, çözüm beklemektedir. Karşı-devrim diyerek elimizin tersiyle itemeyiz. Hastayı muayene etmeden teşhisi yapan bir doktor bilgiçliği içinde “kapitalist restorasyon” diyerek sorunu çözmüş olmuyoruz. Marks’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde yaptığı çözümlemeyi, başka analizlerle zehirlemeden anlamak, sosyalizmin tanımı, komünizm meselesinde doğru komünist tutumu almak için önemli bir başlangıç noktasıdır. Lenin’in Devlet ve Devrim’de 1920’de yeni kurulan yapıyı “sosyalizm” olarak adlandırmasının yerinde olup olmadığı buna göre tartışılıp sonuçlandırılmalıdır. Bizce Lenin’in “sosyalizm” tanımı, Marks’ın yaklaşımını yansıtmamaktadır. Sovyet sistemi basitçe “geçiş toplumu” diye tanımlansaydı ve orada durulsaydı belki çok daha az teorik zarar verilmiş olacaktı. Zira bugün komünist hareketin kaldırması gereken teorik enkaz, SSCB’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan maddi enkazdan çok daha büyük ve kapsamlıdır. Sovyet komünistleri yanlışta ısrar etmiş, sahip oldukları fiziksel güce de dayanarak 84 yıl boyunca yanlışı körüklemiş ve dünya komünistlerinin çok canını yakmışlardır. Ama şimdi, SSCB’nin 1991’de SBKP elinde şerefsizce dağılması herşeyin üzerine tuz biber ekmiştir. Kendilerinden hesap sorulması gerekenler sanki buharlaşmışlardır. Stalin-Troçki ikizlerinin gölgesi hâlâ komünist hareketin üzerinde dolaşmaktadır, ama onlar zaten sorunun parçasıdırlar. Bizim bu nedenle Marks’a Engels’e ve dünya gerçeğine dönerek, hem devlet konusuna hem sosyalizm konusuna, hem devrim (siyasal devrim / toplumsal devrim) konusuna, üretici güçlerin gelişimi konusuna, “çağın niteliği”ne yeniden bakmamız, “bilimsel-teknolojik devrime ne oldu” diye sormamız, işçi sınıfı için bir Komünist Program hazırlığını baştan sona yeniden yapmak için yoğun teorik çalışmaya ağırlık vermemiz gerekiyor. İşte yoldaşlar, 28-29 Kânunisani 1921’i terennüm ederken, Kemalci devletin seçme kadrolarınca “ileriyi düşünerek” planlı bir şekilde katledilen 15 yoldaşımızı sevgiyle ve saygıyla anıyoruz. Dini bir vecibeyi yerine getiren Müslümanların huzuru içinde “görevimizi tamamladık” diyerek evimize gitmiyor, kafamızı Onbeşler’den bize miras kalan hareketin sorunları üzerine daha fazla yormaya, işçi sınıfının ve komünist hareketin en başta teorik sorunları üzerine kafa patlatmaya çalışıyoruz. Bu konuda değerli çalışmalar yapan aydınlardan ve yayınlardan öğrenmeye çalışıyoruz. Onbeşlerin anısına yakışır çalışmalar yaptığımız düşünüyoruz. Ama tabii ki hiçbirşey yeterli değil. El vermek isteyenin elini de çevirmiyoruz. 28-29 Ocak 2012 anması münasebetiyle sizlere mesajımız bu çerçevede ele alınmalıdır. 31 Ocak 2012
|