YA  ÖLÜ YILDIZLARA HAYATI GÖTÜRECEĞİZ! 
          YA  DÜNYAMIZA İNECEK ÖLÜM!
          I İnsanla  Doğa “İki Ayrı Şey” Değildir 
          
            
              - İnsanla Doğa Arasındaki Zorunlu Metabolik Alışveriş
 
             
          Tarihin temel koşulu, maddi yaşamın  üretimidir. İnsan yaşamı için zorunlu gereksinimlerden ve bunların sağlanması  için gerekli araçlardan oluşan bu üretim, insanla doğa arasında,  metabolik biralış-verişi zorunlu kılar. Bu süreçte insan,  doğadan edindiği maddeler üzerinde  yararlı emek harcayarak, onları yaşamsal gereksinmelerini  karşıladığı  kullanım-değerlerine dönüştürür.  
            Toplumun maddi servetini oluşturan kullanım-değerleri,  doğanın ve insan emeğinin  ortak ürünleridir. Emeğin insan organizmasına doğadan aktarılan enerjiden başka bir  şey olmayan emek-gücünün fonksiyonu olduğu dikkate alındığında, maddi zenginliğin  kaynağının  tek başına doğa olduğunu  söylemek yanlış olmaz. 
            
          İnsanın doğayla girdiği metabolik  alış-veriş, yaşamsal varoluşunun bütün toplumsal  biçimlerden bağımsız, zorunlu ve ebedi bir koşulu olmaktan ibaret değildir.   Bu alış-veriş, aynı zamanda, onun kendi  evriminde rol aldığı doğal bir süreçtir. Çünkü insan, üretim etkinliği ile doğayı  dönüştürürken, bir yandan da kendi doğasının varoluş koşullarını dönüştürür; sınırlarını  genişletir. Bu nedenle, insanın ebedi özgürlük arayışının maddi temeli de, varoluşunun koşulu olarak kendisine doğa  tarafından dayatılan aynı zorunlu ve ebedi koşuldur. 
             
          Yaşamsal varoluşun ve toplumsal zenginliğin  biricik kaynağı olarak doğa, bu niteliğiyle, insanın kesip atamayacağı, yok  sayamayacağı inorganik bedenidir. İnsan bu zorunlu ve ebedi bağımlılığıyla, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumsal evrim  ile doğal evrim arasında, bu nedenle zorunlu bir bağ bulunur.  
            Ekolojik sorunların ekolojik bir krize  dönüşmesinin temelinde, insanın özgürlük arayışının kapitalizme karşılık gelen  tarihsel evresinde, bu bağın unutulması yatar.  
             
          Bu unutkanlık, işbölümü ile başlar ve kapitalist üretim tarzı ile doğayı, tüm  canlı yaşamı tehdit eden bir hastalığa dönüşür. 
          
            
              - İşbölümü: Özel Mülkiyetin ve Sınıfların Temeli
 
             
            İlkel koşullarda cinse ilişkin olarak  başlayan doğal işbölümü, daha sonra insan ihtiyaçlarının ve üretkenliğin  artmasıyla birlikte, toplumsal bir nitelik kazanarak, toplumun maddi ve zihinsel eylemi arasında ayrıma  dönüşmüş; özel mülkiyetin ve sınıfların temelini oluşturmuştur.  
               
            Üreticilerin kendi gereksinmelerini aşan tarımsal  emek üretkenliğini yakalamasıyla birlikte, tarihteki en büyük maddi ve zihinsel  işbölümü gerçekleşir; kent ile kır  ayrılır. Zorunlu gıda üretiminden kopan ve giderek artan bir nüfusun katalizörlüğüyle,  çoktandır olgunlaşmış ekonomik kategorilerinin bütünsel bir sistematik içinde  bir araya gelerek soluk almaya başlamasıyla yeni bir üretim tarzı doğar. Sermayenin  toprak mülkiyetinden bağımsız olarak geliştiği, canlı emek sömürüsüne dayalı  bir üretim ve değişim toplumu, kapitalist  toplum, bu gelişmeyle tarih sahnesindeki yerini alır.  
               
            Kent ile kırın ayrılmasıyla, geçim  araçlarından zorla koparılan üreticilerin  mülksüzleştirilmesi -proleterleştirilmesi- sermayenin ilksel birikimine hız verir. Büyük kent merkezlerine yiyecek ve  giyecek maddelerinin taşınmaya başlamasıyla da, emekçilerin sömürüsüne,  toprağın  soyularak yoksullaştırılması süreci eşlik eder. Kent merkezlerine bu tek  yönlü akış, toprak verimliliğinde halen devam eden erozyonun da temel nedenidir. 
               
            Kapitalizm geliştikçe, köylülüğün  tasfiyesi durmaz; toprak mülkiyeti büyük kapitalist toprak mülkiyetine, tarım sorunu da genetiği değiştirilmiş  gıda ve monokültür üretim yapan kapitalist tarım tekellerine ve kır-kent  ayrımına karşı yürütülen ekolojik toplum mücadelesine dönüşür. 
           
          
            
              - Yabancılaşma Unutkanlık; Unutkanlık Hasta Yapıyor!
 
             
            Topraktan  koparılan üreticinin, geçimini sağlamak için emeğini satmaya zorlanmasıyla,  insan da bir alış-veriş nesnesi olur. Doğayla insan arasında giderek genişleyen metabolik bir yarılma başlar. Bu yarılmanın temeli, insanı doğaya ve kendisine yabancılaştıran toplumsal ilişkiler ve  bu ilişkileri sürekli yeniden üreten kapitalist üretim tarzıdır. 
               
            Yabancılaşma sürecinde insan, doğa ile  arasındaki bağı unutur. Süreç derinleştikçe de bu unutkanlık, üretimin doğal  koşullarıyla üreticilerin doğrudan birliği yeniden  sağlanmadan üstesinden gelinemeyecek, onulmaz bir hastalığa dönüşür.  
             
            II Sermayenin  Tarihsel Mazereti 
           
          
            
              - Nesnelere Dayalı Kişisel Bağımsızlığa Geçiş
 
             
          Kapitalist topluma kadar, üreticinin  üretimin doğal koşulları ile doğrudan birliğinin sağlandığı iki tarihsel biçimi,  ilkel komünal mülkiyetle, ev içi sanayine dayalı küçük toprak mülkiyetinin  egemen olduğu toplumlarda,  insan  üretkenliği, insan-bağımlı ilişkiler temelinde, seyrek, yerel ve ancak çok  sınırlı oranlarda gelişebilmiştir. Kapitalizm, meta-bağımlı ilişkiler ağı ile  ilk kez nesnelere dayalı kişisel  bağımsızlığın evrensel ölçekte temelini atmış; emek üretkenliğinin gelişimine  hız ve  süreklilik kazandırmıştır. Yerel olan dağılmış, maddi yaşamın ve  zihinsel faaliyetin üretiminde  evrensel  karşılıklı-bağımlılık başat olmuştur.  
          
            
            Sermaye, büyüme ihtiyacının zorunlu  sonucu olarak, doğrudan üreticiler ile üretimin doğal koşulları arasındaki  orijinal birliği parçalayarak, doğa ile insan arasındaki metabolik ilişkinin  yarılması pahasına ördüğü toplumsal ilişkiler ağıyla, insan ihtiyaç ve  yeteneklerini evrensel ölçekte birbirine bağlamış ve tarihte ilk kez bütünsel olarak işleyen toplumsal bir metabolizma geliştirmiştir.  
              Özgür bireyselliğin ve toplumsal bireyin  temeli olan toplumsal emek, bu  toplumsal metabolizmanın ürünüdür.  
               
            Bir üretkenlik  kırbacı olarak sermaye, emek üretkenliğinde sağladığı biteviye artışla, maddi  zenginliğin kaynağını, birikmiş bilimsel bilginin ve gelişmiş toplumsal  işbirliğinin fonksiyonuna dönüştürür. Böylece o farkında olmadan, kendi maddi varlık  temelinin, canlı emek hırsızlığının altını oyarken, emeği de toplumsallaştırır;  özgür üreticiler toplumunun,  çok yönlü  gelişmiş toplumsal bireylerin ileri uygarlığının temelini atar. Sermaye tarihsel mazeretini işte bu işlevinden  alır. 
             
            III Üretim  Aşkına Üretim 
           
          
            
              - Kullanım Değerinden Değişim Değerine
 
             
            Doğrudan üreticinin üretimin doğal  koşullarından ayrı düştüğü sermaye egemenliği altında, kullanım değerleri ancak değişim değerleri halinde, karlı bir  ticaretin konusu olabildikleri ölçüde üretimin de konusu olabilirler. Sermayenin  doğasının kaçınılmaz bir sonucu olan bu kısıt, yabancılaşmış toplumsal  ilişkilerin de kök hücresidir.  
               
            Üretimin doğal koşulları ile üreticilerin  doğrudan birliğinin hüküm sürdüğü toplumlarda, şeylerin insanlar için varoluşu karşılığını  kullanım değerlerinde bulur. Burjuva toplumunda ise, kullanım değerini  kendisine tabi kılan değişim değeri, şeylerin sermaye için varoluş biçimidir.  
               
            Sermayenin kullanım değerini değişim  değerine tabi kılmasının kaçınılmaz sonucu,  insanın diğer insanlar ve doğayla arasındaki doğrudan ilişkisinin yerini, meta-bağımlı dolaylı ilişkilerin alması; insanın hem kendisine, hem de doğaya yabancılaşmasıdır. 
               
            Kullanım değerleri ile değişim değerleri  arasındaki çelişki uzlaşmazdır ve  doğa ile insan arasındaki metabolik yarılmanın fitilini de bu çelişki ateşler. Ekolojik kriz bu karşıtlığın ürünüdür. 
               
            Değişim değerine mübadele edilebilir bir  nitelik kazandıran, onda cisimleşmiş soyut  emek zamanıdır. Soyut emek, kullanım değerini değişim değerine  dönüştürürken doğa ile bağını koparır. Maddi zenginlik içerik kaymasına uğrar. Bir  yanılsamadan ibaret olsa da, doğa, zenginliğin kaynağı olmaktan çıkmış görünür.  
               
            Burjuva toplumunda zenginliğin kaynağı ve  tek ölçüsü sermaye olur. Kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, böylelikle, doğa ile  değişim amaçlı yapılan kapitalist üretim arasında ekolojik krizle sonuçlanacak uzlaşmazlığa kapıyı aralar.  
           
          
            
              - Kapitalist Üretimin Biricik İtici Gücü, Sermayenin Sonsuz Birikim  Arzusudur!
 
             
           
          Sermaye, canlı emekle beslenen, birikmiş  ölü emektir. Biricik dürtüsü, canlı emek sömürüsüyle sürekli artı-değer üretip  kendisine katmak; sınırsız büyümektir. Sermaye toplumunda, doğa dâhil, başka  her şey bu amaca tabi olduğu ölçüde anlam ve değer kazanır.  Gölgesi  para etmeyen ağaç kesilir. 
           
          Sermaye varlığını sürdürebilmek, el  koyduğu artı-değeri kendisine katabilmek için, her seferinde daha fazla  mübadele odağı yaratmak, sürekli genişlettiği, derinleştirdiği pazarda başka  sermayelerle baş etmek, onlarla giriştiği rekabeti kazanmak zorundadır. Bu amaçla daha fazla artı-emek emme kapasitesine sahip  üretim araçları yaratır, emek  üretkenliğini artırır. Bu gelişme, metaların değerini düşürürken, kitlesel  üretimin ve ona paralel kitlesel  tüketimin önünü açar. İnsan ihtiyaçlarının sermayenin ihtiyaçlarına tabi  kılınarak yeniden tanımlanması kaçınılmaz olur. İhtiyaç olmayan ihtiyaçlar türer. 
           
            Böylece kapitalist üretime gerçek ihtiyaçlar değil, başka sermayelerle  rekabet halindeki sermayenin sonsuz  birikim ihtiyacı yön verir. Üretimin yazgısı, toplumsal gereksinmelerce  değil, sermayeyi tatmin edecek bir kârlılığa sahip olup olmadığına bakılarak  çizilir. İnsan üretkenliğinin ona hizmet eden bir fonksiyonu olmaktan çıkar, tıpkı  maddi zenginlik gibi, kendinde bir amaç edinir ve bundan böyle üretim, üretim aşkına yapılır.  Bu aşk, emek üretkenliği arttıkça alevlenir.  
           
          IV            Ekolojik  Kriz   
          
            
              - Sermaye Ortak Akıl Üretemez!
 
             
            Sermayenin sonsuz birikim ihtiyacına tabi  kılarak sürdürdüğü üretim aşkına üretim, kapitalistlerin algıladıkları gibi,  yalnızca kendi işletmelerinden ibaret bir dünyada, yalıtık süreçler içinde değil,  daha ileri bir uygarlığın temeli olarak gelişmekte olan toplumsal bir metabolizmanın  zorunlu olarak genişlettiği, giderek pekiştirdiği evrensel bir ağ içinde ve doğanın  bağrında gerçekleşir. En küçük ölçekte yapılan üretimin sonuçları bile, evrensel  ölçekte diğerleriyle birleşir, birikir ve tek başına hiçbir kapitalistin üstesinden gelemeyeceği ekolojik sorunlara böyle  dönüşür. 
               
            Üretimin sonuçlarına olan ilgileri,  yalnızca satıştan elde edecekleri kârla sınırlı olan kapitalistler, bu sorunlardan,  ya kendilerine karşı yürütülen mücadeleler sonucunda doğrudan, ya da bizzat onlara bağlı bilimsel kuruluşlar, çevreci  vakıflar veya örgütler aracılığıyla, dolaylı yoldan haberdar olurlar. Her iki durumda da tepkileri göstermeliktir. Göstermelik  kalmak zorundadır.  
               
            İlk durumda, verilen mücadelenin  içeriğine bakarlar. Egemenliklerini tehdit etmeyen, daha çok onları insafa  getirmek amaçlı yürütülen, moda deyimiyle “farkındalık yaratmakla” sınırlı  mücadelelerden, kendilerini aklamak, düzenin meşruiyetini pekiştirmek, yeni  hamlelerini yeşil bir ambalajla sunmak için yararlanırlar; göstermelik  demokrasilerine renk ve çeşni katarlar. Bu mücadeleleri yürüten çevrecilere, kâr  amacı gütmediği özellikle vurgulanan STK’lara (sivil toplum kuruluşlarına) çoğu  kez destek olur, sponsorluk yaparlar.  
               
            Sermaye egemenliğine karşı tehdit içeren,  yeni bir uygarlık, ekolojik bir toplum perspektifi ile verilen mücadelelere  karşı acımasızdırlar; zor aygıtını, devleti yardıma çağırır, zor kullanarak onları bastırırlar. Bastıramadıkları  durumlarda, sus payı ödünler vererek “vaziyeti kurtarmaya”  çalışırlar. Bu tür durumlar yüzünden, koydukları bütün kurallar, çıkardıkları bütün  yasalar, her zaman aşılmalarını sağlayacak görünür- görünmez açık kapılar  barındırır. Burjuvazi, işçi sınıfı ile süren kavgasının ona kazandırdığı  tarihsel deneyimle, kurallarını böyle koyar, yasalarını böyle yapar; bu, bir  yasa koyucu olarak onun yazılı olmayan, ama olanca sadakatiyle uyguladığı hiç  değişmeyen yasasıdır. Yine de, çok dara düştüklerinde, sıkça kullandıkları ve  oldukça da hünerli oldukları bir başka yol her zaman vardır; asırlarca önce,  daha kapitalizmin tarih sahnesine ilk adımını attığı dönemlerde, İngiliz Fabrika Yasaları karşısında  yaptıkları gibi, binbir çeşit hileyle, koymak zorunda kaldıkları bütün engelleri  aşmayı da iyi bilirler. 
               
            İkinci durumda, yani bilimsel veriler  ekolojik sorunları bütün çıplaklığıyla ortaya serip, kaçamayacakları bir tablo  oluştuğunda, gayretkeş bir çabaya girmiş görünürler; raporlar, toplantılar,  zirveler birbirini kovalar. Çok önemli kararlar alınır; belgeler imzalanır; sözler  verilir. Ama sonuç nedense değişmez. Sorunlar -üstelik de büyüyerek- devam  eder; cin fikirli bilim insanlarının -karbon borsası örneğinde olduğu gibi- parlak  buluşlarıyla sorunların kendisinin ticarete konu edilmesi hariç, bütün o  şaşaalı koşuşturma, büyük sözler, hep göstermelik kalır. 1968 yılında kurulan “düşünce kuruluşu” Roma Kulübü’nün 1972’de basıp dağıttığı, ekonomik büyümenin aynı tempoda  sürdürülemeyeceğine dikkat çekerek, aksi halde hem kaynakların tükenmesi, hem  de çevreye verilen tahribat yüzünden sistemin 21. yy sonuna doğru çökeceğine  işaret eden Büyümenin Sınırları başlıklı raporundan bu yana, işler aşağı yukarı bu minvalde yürümüştür. 
               
            Fosil yakıtların artan kullanımıyla  atmosferde yoğunlaşan sera gazları sonucu yaşanmakta olan küresel iklim  değişimi, dünyayı hızla geri dönülmez bir eşiğe sürüklediği nihayet genel kabul  gördüğü için, hakkında en fazla “farkındalık”   yaratılmış ekolojik sorundur. Ne kadar zamanımız kaldı, bilmiyoruz.  En iyimser kestirimler, radikal önlemler  alınmadığı, sera gazları salımı düzeyi hızla 1990’daki düzeyinin altına  çekilmediği koşullarda, 10-15 yıl sonra, pek çok coğrafyanın yaşanabilir  niteliğini kaybedeceği, türlerin ve eko-sistemlerin pek çoğunun ortadan  kalkacağı, durumu daha da kötüleştirecek zincirleme reaksiyonların  tetikleneceği farklı bir dünyada yaşıyor olacağımızı söylüyor. Kötümserler ise,  böyle bir zamanın kalmadığı, kritik eşiğin çoktan aşıldığı yorumunu yapıyorlar.  Daha vahimi, bu kestirimlerin sıradan insanlarca değil, bütün zamanlarını bu  soruna ayıran, gözleyen-araştıran bilim insanlarınca yapılıyor olmasıdır!  
               
            Ne var ki bu vahamet, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 1979’da I. Dünya İklim Konferansı’nı  toplamasının, Birleşmiş Milletler bünyesinde Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin süreklilik  kazanmasının ardından, 1992’de altına 160 ülkenin imza koyduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği  Çerçeve Sözleşmesi, 1997’de ona eklenen Kyoto  Protokolü, bunların hiçbiri, hiç de kısa sayılamayacak oldukça kıymetli bir  zaman diliminde sorunun kalıcı çözümü yönünde somut bir adım atılmasını sağlayamadı.   
               
            Onca yaratılan “farkındalığa” rağmen,  2009 sonunda toplanan Kopenhag İklim  Zirvesi tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kapitalistler ve onların sözcüleri sorunu  gerçekten çözmek bir yana, kamuoyunu yatıştırmak adına, göstermelik de olsa,  kayda değer bir adım atmakta ortaklaşamadılar.  
              Ortaklaşamazlardı! 
               
            Çünkü sermaye, hem mübadele edeceği, hem  de rekabete gireceği başka sermayeler olmadan devinemezdi. Bu yüzden kapitalistler,  sürekli farklılaşan yaşamsal çıkarlarından  vazgeçemiyor, göstermelik adımlar için bile olsa,  insanlığın ortak yaşamsal çıkarları için bir araya gelemiyorlardı.  
               
            Onların faaliyetine yön veren ilke; bütün  uygar görünüm ve söylemlerinin, sahte gülümsemelerinin ardında saklanan, ama incir  yaprağı ağdalı diplomatik metinlerinin boş umut ve temenniden ibaret satır  aralarında çırılçıplak sırıtan en temel ilkeleri: bellum omnium contra omnes!  (herkesin herkese karşı savaşı!) engeldi biraraya gelmelerine. 
               
            Ekolojik sorunlarla baş edebilmek, ortak bir aklı gerektiriyordu ki, bu, sermayenin doğasına aykırı, onda olmayan bir nitelikti. 
           
          
            
              - Doğa ve Sermaye Uzlaşmaz Niteliklere Sahiptir!
 
             
           
          Sermayenin karakterini belirleyen başlıca  nitelikleri, türdeşlik, bölünebilirlik ve sınırsızlıktır. Bu nitelikler, kaynağını değerin özünden, yani  metada kristalize olmuş toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanından alır.  
             
          Maddi üretimin, yani bütün toplumların  maddi servetinin zorunlu koşulu olan doğanın karakteristik öğeleri ise,  sermayenin tersine, çeşitlilik, bütünlük ve sınırlılıktır. Doğa bu nitelikleriyle devinir, evrimini sürdürür. 
             
          Sermaye kendisi nasılsa, dünyayı da öyle  görür ve doğa üzerinde kurduğu egemenliğin zafer sarhoşluğu içinde onu “kendi hayalindeki dünya ile”  değiştirmeye çalışır. Doğa ise, giderek onu yok etmeye dönüşen bu  araçsallaştırmanın, umursamazlığın faturasını yazmakla meşguldür. 
             
          Sermayenin kendi sonsuz birikim  ihtiyacına tabi kıldığı, tek itici gücü kâr olan kapitalist üretim sürecinde,  üretimin doğal koşulları aracılığıyla, doğa da sermayenin hizmetine koşulur. Sermaye  ve doğa, birbirleriyle zorunlu, ama karşıt nitelikleriyle de uzlaşmaz bir ilişkiye,  daha doğrusu çatışmaya girer. 
          
            
              - Metabolik Yarılmanın Ekolojik Krize Dönüşmesi Kaçınılmazdır!
 
             
           
          Örneğin, doğal seçilimin önkoşulu olan çeşitlilik, sermayenin tek boyutu kâr olan doğrusal üretim mantığıyla  asla uzlaşmaz. Kârlılığını devam ettirdikçe, tek tip (monokültür)üretimin  sonuçları, -bitki dokusunun bozulması, toprağın soyulup yoksunlaşması vb.- sermayenin türdeş dünyasında karşılık bulmaz. 
           
          Geleneksel ıslah yöntemleri, sermaye için  oldukça yavaştır ve yeterince de “verimli” (kârlı okumak gerekiyor) değildir,  bu yüzden onu kesmez. O daha “verimli”, “yüksek” teknoloji ürünlerine  gereksinim duyar.  Bu iş için bilim  emrindedir. Çağımızın Prokrustes’i emir  verir; demirden yatağa değil ama “verimlilik” cetveline vurulan doğa, hizaya  çekilir. Hepsi bir boya gelmesi gerekiyorsa, uzunlar kesilir, kısalar eklenir. Eğer  daha daha “verimli” olacaksa da, daha daha “yüksek” bir teknolojiyle, hepsi bir  boyda yeniden yaratılır.   
             
          Benzersizlik, evrimin itici gücü, bütünün bir  ürünüdür ve ancak bütünün içinde varlığını sürdürebilir. Doğanın bütünselliği, doğada herşeyin birbiriyle  bağlı olduğu gerçekliği de, belki de en güzel ifadesini, benzersizliğin aracı  olan genlerde bulur. Genler, verili  işlevselliklerini, ait oldukları genomda, organizmanın diğer genleriyle  birlikte, bir bütünsel ilişkiler ağı içinde yerine getirir. Bu ilişkiler ağı,  genin ait olduğu organizmanın, doğanın bir parçası olarak geçirdiği milyonlarca  yıllık evriminin ürünüdür. Ancak, bu katı bilimsel gerçek, sermayenin geni  kendi ilişkiler bütününden koparıp, bir başka ilişkiler zincirine taşıyarak  metalaştırmasına engel değildir. O cüretlidir, kârlı olup olmadığı hariç, eyleminin  sonuçlarına aldırmaz. Keser ve yapıştırır. Benzemezliğin  doğal aracı, tıpkılaştırmanın aracı yapılır. GD (genetiği değiştirilmiş) gıdalar  sermayenin bölünebilirlik geninin,  doğanın bütünselliğine meydan okuduğu  ürünlerdir. 
             
          GD gıdalar, önü alınmadığında, hızla,  türlerin çeşitliliğinin canına okuyacak, insan dâhil, ayakta kalacak olanları  da geri dönülmez, sonu belirsiz bir maceraya sürükleyecek potansiyel bir tehdittir.  Bu niteliğiyle, küresel iklim değişiminin ikiz kardeşi, insan eliyle canlı  yaşamı geri dönülmez bir başka eşiğe sürükleyen küresel bir sorundur.  
             
           Sermayenin  bu meydan okuması istisnai değil, onun  doğasından kaynaklanan, kaçınamayacağı sıradan bir halidir.  Doğayı ve insan  topluluklarını, -adı ulus ya da ülke olsun fark etmez- yapay çitlerle bölerek, insanların ellerine renkli  bayraklar tutuşturup, onları kendi kavgasının sıradan araçlarına dönüştürdüğü  sayısız savaş, sermayenin bölünebilirlik niteliğine, en çarpıcı,  en trajik ama sıradanlaşmış örnekler değil  midir? 
             
          Akarsuları alalım, ticaret sözkonusu ise, onun  doğal bir su kaynağından, ya da yüksek dağların tepelerindeki su  rezervuarlarından hareketine başlayıp, nihayete erinceye değin geçtiği vadiler  ve ovalar, içindeki çevresindeki bitki ve canlılarla bir dizi eko-sistemin  parçası, onları birbirine bağlayan hayat damarı olduğu unutulur. Sermaye için  artık o, basitçe bir akan-sudur,  üstelik artı-değer kaynağı iken “boşuna  akan” bir su.  
             
          Gelelim doğanın sınırlı olduğu gerçeği ile sermayenin doğrusal üretim mantığını  şekillendiren sınırsız biriktirme  ihtiyacı arasındaki çelişkiye. Ötekilere göre, sermayenin ürettiği  yabancılaşmış faaliyet, en ölümcül sonuçlarını burada verir. Burjuvazinin -içinde  gelişmiş kapitalist yörelerin diğerlerinin aleyhine yaklaşık üç misli bir  eşitsizliği  gizleyen- kendi verileriyle, 2007 yılı itibarıyla, kapitalist üretimin ekolojik  ayakizi, dünyanın biyolojik kapasitesini %50 aşmış bulunuyor. Yani daha sade  bir anlatımla, bir dünya mevcutken, sermaye bir buçuk dünya tüketiyor ve  tükettiriyor.  
             
          1861’den bu yana geçen 150 yılda petrolün  dibi göründü. Sanayileşmede başlangıç noktası olarak alınırsa, 1763’den bu yana  çok geçmedi, kömür yataklarının aynı hızla tüketildiğinde en fazla iki asırlık  ömrü kaldı. Tabii, daha önce bu hesapsız tüketimin doğrudan sonucu olarak  yaşanan küresel iklim değişimi, canlı yaşamın sonunu getirmezse! Çünkü  sermayenin doymak bilmez iştahının sonucu, sadece sınırlı olanın  tüketilmesinden ibaret değil!  
             
          Sermaye egemenliğinin doğurduğu ekolojik  sorunlar, onun ekolojik ayak izinin dünyanın biyolojik kapasitesini zorlayan  sonuçlarıyla sınırlanarak, salt niceliksel bir hesabın konusu olarak ele alınamaz. Kritik eşik olgusunun bir tartışma  konusu olmaktan çıkıp, bilimsel olarak gözlenen bir gerçekliğe dönüşmüş olması,  bunun açık bir kanıtıdır. 
             
          Doğa, kısa-uzun birçok döngüsel süreç  içinde kendisini yeniden üretir. Canlı yaşam bu döngülerin harmonisinin ürünü,  dinamik bir denge tarafından koşullanır. Önceliği bu harmoniye değil de, kendi  sonsuz birikim ihtiyacına veren sermaye için, doğal koşulların artı-değer üretiminin  zorunlu aracı olmaktan başka bir anlamı yoktur. Emeği boyunduruk altına alan  sermaye, kaçınılmaz olarak doğayı da boyunduruk altına almak zorundadır. Öyle de  yapar; doğaya kendi koşullarını dayatır.  
             
          Örneğin, bir karbon atomunun  karbondioksit molekülü olarak salımının ardından, üretildiği sürece bağlı  olarak, atmosferde kalma süresinin 5 ile 200 yıl arasında değiştiği bilgisi sır  değilken, sermaye tarafından dikkate alınmaz. Bir galon benzinin, eski çağlarda  doksan ton bitkinin fosilleşmesi ile oluştuğu bilgisi de, sermayenin doğrusal  büyüme çizgisinde en ufak bir tereddüde, ikircime yol açmaz. O, yaklaşık 400  milyon yılda depolanmış güneş enerjisini, “verimlilik” adına tüm olanaklarını  seferber ederek, mümkünse en kısa zamanda tüketmek için, zamanla yarışa girer. 
             
          Bu örnekte olduğu gibi, sermayenin tatminsiz  sonsuz birikim arzusunun doğrusal üretim kılıcı, karşı karşıya geldiği bütün  doğal döngüleri boydan boya keser, onları parçalar. Sonuç; bir bütün halinde  devinen doğanın döngüsel harmonisinin, canlı yaşamın devamına da olanak tanıyan  ve oluşması görece uzun bir zaman almış dinamik dengesinin bozulmasıdır. Dünyayı  geri dönülmez bir eşiğe sürükleyen küresel iklim değişimi, işte böylesi bir  sürecin ürünü, nitel bir değişimdir. 
             
          Özetle, sermayenin sınırsız büyüme eğilimi ile bu  büyümenin araçları olan kullanım değerlerinin üretiminin verili doğal ve  toplumsal koşullardaki sınırı arasındaki çelişki, sermayenin doğrusal yeniden  üretiminin hızı ile doğanın döngüsel yenilenme hızı arasında, uzlaşmaz bir  çelişkiye dönüşür. 
             
          Bu çelişkinin bütün sonuçları zaman içinde  birikerek, sermayeye dayalı üretimin doğal sınırlarını görünür kılan ekolojik  bir krize yol açar.  
             
          V            Çözüm:  Toplumsal Devrim  
          
            
              - Yetmişli Yıllarda Yaşanan Kırılma
 
             
            Burjuva toplumunun ekolojik ayak izi,  dünyanın biyolojik kapasitesini yetmişli (1970-80)yılların ortalarından  başlayarak geçmeye başlamış; o gün bugün, makas açılmış; biriken sorunlar ekolojik  bir krize dönüşmüş; dünya geri dönülmez bir eşiğin önüne sürüklenmiştir. 
               
            Metabolik yarılmanın yetmişli yılların  ortasından başlayarak ivme kazanması, sermaye egemenliği altında “nasılsa bir  gün gerçekleşecekti” sadeliğinde açıklanacak bir gelişme değildir. Kapitalizmin  tarihsel sınırları ile doğal sınırları arasındaki bağ, aynı zaman diliminde, bu kırılmayla görünürlük kazanmıştır. Anlamak  için, sözkonusu yıllarda üretim sürecinde meydana gelen, doğanın sömürüsüne-yıkımına  ivme kazandıran değişikliklere ve bu değişiklikleri doğuran bir başka kırılmaya  bakmak, onu anlamak gerekiyor.  
               
            Yetmişli yıllar, kapitalist gelişmenin dördüncü  uzun dalgasının, -“altın yükseliş”  dönemi olarak da bilinen- yükseliş evresinin (1940-1968) tükendiği, sünerek  bugünlere kadar uzayan aşağı doğru olan etabının uç verdiği yıllardır. Halen  devam eden ve giderek depresif karakter kazanan bu evre, sermayenin bütün  çabalarına, gelişmiş araç ve olanaklarına, elini rahatlatan (reel sosyalizmin  çöküşü) gelişmelere karşın, daha önceki aşağı dalgalarla (sırasıyla, 1826-48;  1873-93; 1914-40) kıyaslanmayacak ölçüde uzamış; öncekilerden farklı olarak,  kapitalizmin tarihsel sınırlarını görünür kılan işaretler vermeye başlamıştır. 
           
          
            
            Değer yasası, kapitalizmin ekonomik  kategorilerini organik olarak birbirine bağlayan, sermayenin yeniden üretimini  sağlayan temel ilişkiyi açıklar. Kapitalist üretim tarzının temel direğidir.  Değer yasasının çalışmadığı koşullarda, sermayenin yeniden üretimi gerçekleşemez. 
               
            Kapitalizmin tarihsel sınırları, değer  yasasındaki teklemelerin giderek sistematik  kazanmasıyla görünür olur. 
               
            Değer yasasını işlevsiz kılan, altını  oyan, gerçekte onsuz yapamayacak olan sermayenin kendisinden başkası değildir. Tek  başına alındığında, artı-değer üretimi, sermaye için alınan riskten başka bir  anlam ve değer taşımaz. Artı-değer üretimini anlamlı kılacak olan, onun  gerçekleştirilerek, sermayenin ana gövdesine katılmasıdır. Bu işlem mübadele  alanında, yani pazarda gerçekleşir. Pazar, aynı zamanda, sermayelerin  birbirleriyle hem mübadeleye, hem de rekabete girdikleri yabancılaşmış toplumsal ilişkiler ağıdır.  
               
            Sermayenin deviniminde, onun içsel  dinamiğinin dışa vuran yüzü olan rekabet, özünde bir güç ilişkisidir. Sermaye  için bu ilişkiden sağ çıkabilmenin kalıcı yolu, metaların toplumsal olarak gerekli ortalama soyut emek miktarından daha az bir emekle üretimini sağlayacak  emek üretkenliğine sahip olmaktır. Yetmez, ayrıca emek üretkenliğindeki artışın süreğen kılınması da zorunludur. 
               
            Sermaye, emek üretkenliğini, genellikle  birlikte kullandığı şu iki yolla arttırır: Birincisi, bilimsel bilginin yeni  teknolojilerin uygulanmasıyla, birim zamanda daha fazla emek soğuran üretim  araçlarının geliştirilip üretim sürecine aktarılmasıdır. İkinci yol, gelişmiş  toplumsal işbölümünün bizzat kendisinin emek üretkenliğini artıran bir üretici  güç olarak emek sürecinin örgütlenmesine uyarlanmasıdır. 
               
            Ancak, bir engeli aşarken aynı zamanda  kendisine sürekli yeni engeller koymaya alışık olan sermaye, emek üretkenliğini  biteviye artırırken, bu defa, aşamayacağı  bir engelin mimarı olur. İnşası kapitalizmin bütün gelişme tarihine yayılan bu  engel, kapitalizmle birlikte gelişir, olgunlaşır ve onun tarihsel sınırını oluşturur. 
           
          
            
              - Eksik Tüketim ve Pazar Sorunu
 
             
            Emek üretkenliği arttıkça, sermaye, kendi  eliyle tek hayat kaynağı olan canlı emeği üretim sürecinden tasfiye eder. Böylece  farkında olmadan kendi maddi temelini daraltır.  Sonunda emek üretkenliğinde öyle bir düzeye erişilir ki, metalarda cisimleşen  emek miktarı, oldukça düşük oranlara geriler. Artık, toplumsal serveti metada  cisimleşen emek değil, üretim sürecine uygulanan bilimsel bilginin ve toplumsal  işbölümünün yoğunluğu belirler.  Sermayeye dayalı üretim çökmeye, kapitalizmin  tarihsel sınırları görünmeye başlar. 
               
            Yetmişli yıllarda başlayan kriz, emek  üretkenliğinde başlattığı büyük sıçramayla kapitalizmi tarihsel sınırlarına  doğru hızlandıran bir değişimi de tetiklemiş, kapitalist gelişmenin tarihinde önemli  bir kırılmaya yol açmıştır. 
               
            Azalan kâr oranlarının belirginleştiği  kriz dönemlerinde, sermaye yönünden kâr oranlarını arttırmanın yolu, sınıf  mücadelesinin somut koşullarına bağlı olarak, sömürü oranını (artı-değer  oranını) mutlak, ya da nispi olarak artırmaktan, böylece zorunlu  emek (ücret) ile artık emek arasındaki oranı, zorunlu emek aleyhine değiştirmekten geçer. 
               
            İşçi sınıfının sermayeye karşı  mevzilerini henüz koruduğu, üstüne yeni mevziler arayışında olduğu yetmişli  yıllarda, sermayenin düşen kâr oranlarına başlangıçta verdiği tepki, daha çok sömürü oranını nispi olarak  artırmak yolunda olmuştur. Yarı-iletkenlerin keşfiyle, yonga teknolojisinin olgunlaşması,  emek üretkenliğini üstel olarak artıran bilgi-yoğun teknolojilerin üretim  süreçlerine uygulanmasını kolaylaştırmış; birim zamanda daha fazla canlı emek  sömürüsü olanaklı hale gelmiştir. 
               
            Ancak, emek üretkenliğinin devasa ölçeklerde  artmaya başlamasıyla kaçınılmaz olarak metalarda cisimleşen emek miktarı da gerilemiş;   sermaye sebeplenmeye fırsat bulamadan, üstesinden  gelmesi gereken bir dizi yeni sorunla karşı karşıya kalmıştır. İçinde daha az  emek cisimleştiği için metalar değer  kaybetmiş, fiyatları düşmüştür. Böylece, kâr oranlarındaki düşüşü tersine  çevirme sorunu, kitlesel olarak üretilen metaların kitlesel tüketilmesi  sorununa dönüşmüştür. Emek üretkenliğinde yaşanan sıçramayla, mevcut aşırı  birikim sorununa, şimdi eksik tüketim sorunu da eklenmiş, tersine çalışan mekanizmalara, sermayenin geri çevirme  çabalarına rağmen, kâr oranlarındaki düşüş süreklilik kazanmış, tarihsel  sınırlar “buradayım” demeye  başlamıştır. 
               
            Metalarda cisimleşen emek miktarında  yaşanan düşüş, sermayenin önüne, eksik tüketim sorununu, öncelikle pazar sorunu olarak koydu. Pazarın hem  genişliğine, hem derinliğine büyümesi gerekiyordu, ama nasıl? Baş etmesi hiç de  kolay olmayan başka sorunlar ve sınırlar ortaya çıktı. 
               
            Yetmişli yıllarda dünya pazarı, -reel  sosyalizm dünyası hariç- genişliğine büyüyebileceği sınırlara çoktan ulaşmıştı.  Kapitalist sistemle girdiği rekabetin kapitalist sistem üzerindeki dolaylı  etkilerinin yanında, reel sosyalizm, fiziksel olarak kapladığı alanla –ki  dünyanın üçte birini oluşturuyordu-   kapitalist pazarın genişleyebileceği alanı kısıtlayarak yetmişli  yıllarda yaşanan kırılmaya doğrudan etki yapmıştır.   
              Gerçi, seksenli yıllar ve sonrasında reel  sosyalizmin çözülmesiyle pazar yeniden genişleyecekti, ama bu ülkelerde  yaşayanların temel gereksinimleri iyi-kötü karşılanmıştı. Ayrıca kullanımda  olan metaların daha albenili olanlarla değiştirilmesinin önünde kısa erimde  çözülmesi olanaksız önemli bir başka engel bulunuyordu:  yığınların düşük alım gücü! Belli ki uzunca bir  süre daha, tüketim gelişmiş kapitalist ülkelerin tüketim potansiyelince  belirlenecekti. 
           
          
            
              - Tarihsel Sınırlar Doğal Sınırları da Görünür Kılar!
 
             
            Sermaye kolları sıvadı ve eksik tüketimin  üstesinden gelecek çözümler üretmeye koyuldu. Tarihsel sınırların çekim alanında  bu çözümleri yaşama geçirdikçe de, doğal  sınırlarıyla tanışmaya başladı.  
              Çünkü sermayenin bulduğu bütün çözümlerin özü, emek üretkenliğiyle alevlenen üretim  aşkını daim kılabilmek için, tüketim aşkıyla alevlenmiş tüketiciler yaratmak ve  onları daim kılmaktan ibaretti.  
              Bu çifte aşkın bütün kahrını ise bedava el koyduğu doğa çekecekti. Tabii  daha sonra tüm insanlığa ekolojik kriz olarak fatura edilmek üzere… 
               
            Bütün metaların kullanım ömürleri kısaldı, kitlesel üretimin ve elbette  kitlesel tüketimin önü açıldı. 
              Yetmedi, yeni geliştirilen ürünler,  gelişmiş halleriyle değil, taksit taksit tüketime sokuldu.  
              Yetmedi, ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar türetildi. Gereksiz yapılan işlere, yeni gereksiz işler, sektörlere, gereksiz sektörler eklendi.  
               
            Yetmedi,yerine yenisi icat  edilen eski lüksler  sıradanlaştırıldı, geniş yığınlara toplumsal refah artışının bir meyvesi olarak  sunuldu. 
               
            Yetmedi, özelleştirmeler aracılığıyla,  bakir alanlara el atıldı, ormanlara, suya el kondu, doğal yaşam alanları parsellendi. 
               
            Hepsi, gerçekte sermayenin entelektüel  zor araçları olmaktan başka bir işlevi ve kullanım değeri bulunmayan, bu yüzden  gereksiz sektörler arasında yer alan reklâm, moda ve promosyon aracılığıyla servis edildi. 
               
            İnsan türüne karşı biyolojik bir savaş  açıldı.   
              Bu sektörlerin laboratuarlarında üretilen  mikroplar, sokakta dağıtılan kredi kartlarıyla ortalığa saçıldı. Yakalanın  iflah olmadığı alış-veriş hastalığı, toplumu böyle sardı. 
               
            Öyle söylemiyor muydu Say Yasası? “Her topal satıcının bir kör alıcısı” olacaktı!  
              Yoksa da yaratılacaktı! 
               
            Ana-baba sevgisi, sevgilinin kendisi,  geleneği-töresi, insani olan ne varsa, insandan geriye ne kaldıysa işgal edildi. 
               
            İnsanın içinde yaşadığını hissettiği, köklerini  anımsadığı ölçüde kendisi olabildiği, ağaçların, çiçeklerin, kuşların,  böceklerin süslediği doğal piknik alanlarının yerini, camdan ışıltılı  vitrinleri, cilalı mermerleri, taze meta kokusu, hiç dinmeyen uğultusu, öğle  arası kaçamağı, akşam gezintisi ve hafta sonu eğlencesiyle, meta cenneti kent  içi mesire yerleri aldı.  
              AVM’li yaşam başladı! 
            Öyle ki insanların zihni,  sermayenin tüketim kültürünün işlendiği yap-boz tahtasına dönüştürüldü. 
               
            Öyle ki, özgürlük, tüketilenle  özdeşleşmiş sosyal statülerin elde  edilmesine indirgendi. 
               
            Öyle ki, eskimiş ürünleri kullanmaya  devam edenler, ellerindekini atmamakta direnenler, kibar yöntemlerle cezalandırıldı. 
               
            Hepsi, sermayenin üretim aşkı uğruna, daha  fazla tüketim için yapıldı. 
               
            Kapitalizmin giderek görünürlük kazanan tarihsel sınırları, böylece gerçek  ihtiyaçlardan kopan savurgan bir tüketimin ve onun doğrudan kaçınılmaz bir sonucu  olan ekolojik krizin fitilini  ateşledi.  
             
            Sermayenin tarihsel sınırları, kendisi  ile birlikte doğal sınırları da görünür kılıyor; tehlike çanları sadece sermaye  için değil, canlı yaşamın kendisi için de çalıyordu. 
           
          
            
              - Mazeretinin Raf Ömrü Çoktan Doldu! Sıra Kendisinde!
 
             
            Önündeki her engeli bir başka engel  yaratarak aşan sermaye, bu defa birbiriyle  sarmaşarak pekişen aşamayacağı çifte engel yaratmıştı. Birisinin-tarihsel sınır- ardında kendisine,  diğerinin –doğal sınır- ardında  kendisi dâhil, canlı olan kimseye yer yoktu!   
               
            Emek üretkenliğinde yaşanan sıçrama, bir  yandan sermayenin maddi temelini daraltırken, yaşamsal gereksinmelerin zorunlu üretimi için gerekli olan zamanı  da olağanüstü azalttı.  Entelektüel  faaliyetin egemen sınıfın tekelinden kurtarılmasının, bu faaliyet için bütün  insanların yeterince boş zamana sahip  olabilmesinin nesnel koşullarını yarattı. Emeğin, zorunluluğun ve günlük  kaygıların tutsağı olmaktan çıkıp, kendisinin yaşamsal bir gereksinime dönüşeceği özgürlük âleminin kapısı  aralandı. Özel mülkiyetin ve sınıfların varoluş gerekçesi işbölümünün maddi temelini ortadan kaldıran sermaye, böyle yaparak  kendi tarihsel mazeretine de son vermiş oldu.  
               
            Şimdi, taşların yerli yerine oturmasının  önündeki biricik engel, sermayenin mazeretini  dolayısıyla meşruiyetini yitirmiş egemenliğidir. 
               
            Bu egemenlik altında: 
           
          
            
              - Sermaye zihinsel faaliyeti yalnızca  tekeline almakla kalmamış, doğaya yönelik yıkıcı bir faaliyete dönüştürmeyi de başarmıştır. 
 
              - Toplumsallaşmış üretim ile özel  mülk edinmeye dayalı kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin  doğrudan sonucu olan üretici güçlerin daha fazla gelişmesinin engellenmesi, nicel değil nitel bir sorundur ve en fazla kendisini, en büyük üretici güç olan  insanın nitel gelişiminin engellenmesinde gösterir.
 
              - İnsanın ebedi özgürlük arayışında  bir sıçrama yapması için bütün koşulların yeterince olgunlaşmasına rağmen,  sermaye zorun bütün biçimlerini  kullanarak, toplumsal zenginliğin ölçüsünün emek  süresi olmaya devam etmesinde diretir; onun yerini içinde insanların potansiyellerini  gerçekleştirirken, üretim sürecinin en gelişkin üretici gücüne dönüşecekleri  boş zamanın almasını önler. 
 
             
            Bu yüzden, dünya emek cumhuriyetinde yeri  olmayan, gereksiz sektörlerin başını savaş  sanayi çekiyor. Bilim insanlarının yarısı bu sektörde, insanlığın çıkarları  için değil, doğanın ve toplumun fiziksel imhasının en yıkıcı yollarını bulmak  için çalışıyor; araştırıyor, üretiyor. İnsanlığın entelektüel kapasitesi havaya  savruluyor! 
               
            Bu yüzden, sermaye egemenliği altında, boşa  çıkan zaman, insanın özgürlüğünün değil, geçim araçlarından tümüyle koparılmanın, kitlesel işsizliğin, yoksulluğun ve  sefaletin aracı oluyor! 
               Ve  işte bu yüzden, işgünü süresi, kapitalizmin  ilk günlerinde olduğu gibi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında hala en şiddetli  kavgalara konu olmaya devam ediyor! 
           
          
            
              - Boş Zamanın Kazanılmasında Her İleri Adım, Komünizme Doğru Atılmış  Bir Adımdır!
 
             
            İşgününün kısaltılması mücadelesi, burjuva “ekonomi politiğini oluşturan kör arz ve talep yasası ile işçi sınıfının  ekonomi politiğini oluşturan toplumsal öngörüyle denetlenen toplumsal üretim  arasındaki büyük bir karşılaşma”  olduğu, işçi sınıfının  merkezileşmiş kolektif mücadelesini gerektirdiği için, işçi sınıfının politik  mücadelesinde onun siyasal bilincini pekiştiren önemli bir cephedir. Ama önemi bununla  sınırlı değildir.  
              Çünkü o aynı zamanda;  
               
            Ekolojik  bir toplumun devrimci-eleştirel, pratik kurucu faaliyetine daha fazla kolektif zaman kazanmak için; 
               
            En  gelişmiş üretici güç olarak insanı, toplumun ve doğanın birlikte sürdürülebilir  evriminin güvencesi yapacak ekolojik bir kültürün temellerini şimdiden atabilmek için; 
               
            Boş  zamanın ele geçirilme mücadelesidir.  
               
            Sermayeyi tarihsel sınırına taşıyan  kırılma, bu defa onuntarihsel mazeretini “her gören göz, her  duyan kulak” için geçersizleştirirken, insanlığa doğa ile yeniden buluşmasının,  doğal sınırları ötelemenin ve  ekolojik krizi alt etmenin, kritik eşiği önlemenin anahtarını da veriyordu.  
               
            Şimdi insanlık;  
               
            Dünden daha fazla, sermayeye dayalı  üretimin doğa üzerindeki yıkıcı sonuçlarının ampirik bilincine sahip! 
               
            Dünden daha fazla, bu sonuçların  üstesinden gelebilmenin bilimsel bilgisine, teknik araçlarına sahip! 
               
            Ancak başarının olmazsa olmaz bir önkoşulu  var:   
              Sermaye egemenliğine son verecek, yeni  bir uygarlığın, ekolojik bir dünya toplumunun, yani komünizmin kapısını  aralayacak toplumsal bir devrim! 
               
            VI              Tarihsel Deneyim  ve Marksizm  
           
          
            
              - Reel Sosyalizm ve Ekoloji
 
             
            Reel sosyalizmin sonuçlarından hareketle  komünizmin burjuva uygarlığın ufkunu aşamadığına hükmedilir. Üstelik insan  özgürlükleri, militarizm, silahlanma vb. alanlarda kapitalizme yönelik  yapılmakta olan ne kadar haklı eleştiri varsa fazlasıyla muhatabı olduğu için, komünizmin  insanın özgürlük arayışının bir gün gerçekleşecek ütopyası olamayacak kadar  kapitalizmle aynı çamurdan yoğrulmuş olduğu ileri sürülür.  
               
            Eleştiri oklarının en sivrilerinin yöneldiği  alanlardan birisi ekolojidir. Zamanında eko-sisteminin zenginliğiyle anılan  dünyanın dördüncü büyük iç denizi Aral Gölü’nün kuruması ve Çernobil faciası,  ekolojik sorunlara en popüler, en çarpıcı ve fazla yorum gerektirmeyen örnekler  olarak verilir.    
               
            Komünist  Manifesto ile –çoktandır  kalmamış- ilişiklerini kestiklerini Glasnost ve Perestroyka ile resmen de duyurduktan  sonra, yetmiş yıllık deneyimin yağmalanan maddi birikiminin dışında, gerçekte  biricik servetleri pişmanlık olanların sözcüsü Gorbaçov’un yazdığı pişmanlık  belgesi Yerküre Manifestom’dan daha  az popüler olanları da eklemek mümkündür: 
               
            Ordu tarafından askeri denemeler için  müsadere edilmiş milyonlarca hektar toprak; çeşitliliğin azalması ve  milyonlarca hektar verimli toprağın erozyonuyla sonuçlanmış, suni deniz ve dev  hidroelektrik santraller hevesiyle inşa edilmiş dev barajlar; monokültür  tarımın kısırlaştırdığı ekili alanlar, aşırı ilaçlamalar sonucu yok edilen  bitki ve hayvan türleri, tamamen kesilip yok edilen sığ ormanlar vb.  
               
            Sonuçlar kimsenin inkâr edemeyeceği  yalınlıkta ve ağırlıkta ortada durmaktadır. 
               
            Herbiri bizler için yeterince acı vericidir.  Ama bu acının sermayenin bilinçleri tutsak alan ideolojik silahına, olguların  -açıklanması, anlaşılması gereken- asıl gerçekliğinden koparılmasının aracına  dönüştürülmesine, dönüşmesine izin verirsek, tarihsel deneyimin mücadele bilincimizi yetkinleştirecek yaşamsal  etkisinin de önüne set çekmiş oluruz. İdeolojik alanda özellikle son çeyrek asırdır olan budur. Burjuvazinin yaptığı,  yukarıda özetlenen çarpıcı fotoğraf karelerini -ki her alanda böyle binlerce  kare bulmakta zorlanmayacaktır- önümüze koymaktan ibarettir. Hem daha kolay,  hem de tıpkı emeğin sömürüsünde olduğu gibi, ona görünür bir doğallık  kazandırdığı, böylelikle daha sonuç alıcı olduğu için,  kareleri birleştirip, bilinçlere  ket vurma işini büyük bir keyifle bize bırakır.  
               
            Elbette gerçeklere gözlerimizi kapatmayacağız,  ama bunların algımızı kör edecek bir acıya dönüşmesine de izin vermeyeceğiz.  Bunun için de önümüze konmuş bu fotoğraf karelerini çok daha büyük bir resmin  parçaları olarak görmek ve öyle değerlendirmek zorundayız. Ancak böyle, acının  algıları kör eden şiddeti, tamamen kalkmasa da azalacak ve deneyim, her yeni  hamlemizi çelen bir özgüven yitiminin, ideolojik bir tutsaklığın aracı olmaktan  çıkarak, yürüttüğümüz devrimci eleştirel kurucu faaliyetle birleşecek, doğruları-yanlışlarıyla  bilincimizi yetkinleştiren bir parçası olacaktır.  
               
            Deneyimin böylesi bir bakışla bütüncül  bir değerlendirilmesi zorunlu, ama ayrı ve ayrıntılı bir çalışmanın konusu  olduğu açıktır. Yine de en genel hatlarıyla da olsa, reel sosyalizmin  başarısızlığıyla, yarattığı ekolojik sorunlar arasındaki bağa değinmeden geçmek  olmaz. 
           
          
            
              - Nesnel Yetersizliği Kangren Yapan İki Tarihsel Olgu
 
             
            Değerlendirmek amacıyla masaya  yatırıldığında, reel sosyalizmin onu özgün kılan ve öncelikle göz önünde  tutulması zorunlu bir tarihsel gerçekliğe sahip olduğu unutulmamalıdır. 
               
            Ekim  Devriminin emperyalizmin zayıf halkası olan Rusya’da gerçekleşmesi, iktidarın  alınmasında onu başarılı kılarken, kuramsal öngörülerden beslenen bir sosyalist  kuruculuk bağlamında aynı avantaj bu  defa bir dezavantaja dönüşmüştür. 
               
            Bu dezavantaja, onu tarihin en büyük ve  uzun sosyalizm denemesinin sonunu getirecek nitelikte bir nesnel yetmezliğe  dönüştüren iki tarihsel olgu eşlik etmiştir: 
           
          
            
              - Devrim için öne atılmayı değil,  ama sosyalizmin nihai zaferini, gelişmiş kapitalist ülkelerde (o zaman  Avrupa’da) gerçekleşecek ve devrimini yapmış bir Rusya’da kendilerini içine  alıncaya kadar dayanacakları bir Dünya devrimine bağlayan Bolşeviklerin bu  öngörüsü gerçekleşmemiş; Ekim Devrimi yalnız kalmıştır.  
 
              - Ekim Devrimi, sekiz yıl süren bir  savaşın tam ortasında (1914-18, Birinci Savaş, 1917-22 İç Savaş) gerçekleşmiş;  savaşın yıkıcı sonuçları, kuruculuk faaliyetinin üzerinde yükseleceği zayıf  maddi teknik temeli hepten yok derekesine düşürmüştür. İkinci ve daha büyük  yıkıcı bir darbe İkinci Savaşla birlikte gelmiştir. Kapitalizm, kendi öz çocuğu  olan Nazi vahşetine Sovyetleri yıkması için göz yummuş; bir taşla iki kuş  vurmak istemiştir. Sovyetler Birliği, tarihin gördüğü en büyük direniş  destanıyla bu beklentiyi boşa çıkarmış; ama zaferin bedeli oldukça ağır  olmuştur. Sanayi kapasitesinin kurulu olduğu coğrafyada gerçekleşen savaş, bu  kapasiteyi büyük oranda imha etmiş; ek olarak Sovyetler, nüfusunun yüzde 15’ine  karşılık gelen ve içinde proletaryanın öncü unsurlarını barındıran 20 milyonu  aşkın evladını yitirmiştir. 
 
             
          Yüzde 90’ı geniş köylü yığınlarından  oluşan bir okyanusta, konumlarını “ bir su  damlası” olarak nitelemelerine karşı, büyük özgüven ve cesaretle ileri  atılan komünistler, 1917 sonrası yalnız kaldıklarında, kapitalizmin kendilerine  bıraktığı ve hiç hesapta olmayan devasa bir işe girişmek zorunda kaldılar:  sosyalizmin maddi teknik temelini atmak! Kuruculuk dönemi için bel bağlanan  Dünya devrimi gerçekleşmeyince,  gelişmiş  kapitalist ülkeleri yakalayıp geçmek,  hesapta olmayan bu kuruculuk faaliyetinin ve bir sonraki devrimci dalgaya kadar  ayakta kalabilmenin biricik kurtarıcı ilkesi olarak kabul gördü.  
          
            
            “Kapitalizme yetişip onu geçme” yarışı,  öz olarak aynı ölçütleri kullanmaya ve sonuçta kapitalist üretimin insanı  doğaya ve kendisine yabancılaştıran mantığına tutsak olmaya yol açtı. Sovyetler  Birliği’nde tarımsal alanda Lisenkocu’luğun uzunca bir süre adını duyurması; giderek açılan ücret makası, “artan oranlı parça başı ücret” politikalarıyla  birlikte Stakhanov Hareketinin Lisenkoculuğa eşlik etmesi, bu tutsaklığın dışında başka türlü açıklanamaz. 
               
            “İnsanın  makineye köleliği” olan Taylor sisteminden medet ummak, hem mevcut geriliğin  ve yalnızlığın basıncıyla içine düşülen çaresizliği gösteriyor, hem de ironik  bir meydan okuyuşu, büyük bir cesareti ve özgüveni. Taylorcu teknikleri Sovyet  sanayisine uygulamakla görevlendirilen Merkezi  Çalışma Enstitüsü, Ekim Devriminin en kritik dönemi iç savaş yıllarında,  1920’de kuruldu ve hiç de kısa sayılamayacak bir dönem, 1938’e kadar bu işi sürdürdü. 
               
            Özgür insanın toplumsal yeniden  üretiminin gerçekleşeceği komünist toplumun inşası, o dönem yaygın kabul  gördüğü gibi, Rus devrimci atılımının “devrimci” manilovizme savrulmasının panzehiri olacağı düşünülen “Amerikan pratiği”yle birleşerek, üretim  araçlarının “Amerikanlaştırılması”  ile başarılabilir miydi?  
              Eğer biçim içerikten bağımsız değilse, bu  sorunun yanıtı olumsuzdur.  
               
            Bütün emek süreçlerine ait olması  doğal ve kaçınılmaz olan teknik ve elbirliği biçimleri hariç, yabancılaşmış  ilişkilerin yeniden üretiminde belirleyici işleve sahip emek süreci  örgütlenmeleri ve teknikler, kendi bağlamlarından koparılıp, özgürlük arayışının  hizmetine monte edilemezlerdi.  
               
            Ekim Devrimi, Avrupa’da beklenen devrimin  gerçekleşmemesinin ardından, nesnel yetersizliğin ve tecrit edilmişliğin  basıncı, emperyalist kuşatma ve beyazların saldırısı altında, önceden hiç hesabını  yapmadığı bir sorunun yanıtını acilen ve yalnız başına vermek zorunda  kaldı. 
               
            Lisenkocu teknikler, Taylorcu ve Stakhanovcu  emek süreci örgütlenmelerinin ve açılan ücret makasının eşliğinde, başına  “sosyalist” nitelemesi getirilse de o çok iyi bilinen rekabetten başka bir  anlama gelmeyen ödüllü yarışların salgıladığı yabancılaştırıcı etkiden Sovyet  emekçilerinin kendilerini koruyabilmeleri ne kadar olanaklıydı? 
               
            Hesapta olmayan sorunun, devrimi  yenilenlerin kültürüne tutsak kılarak, mağlubiyetle sonuçlanmasına yol açan seçeneği  dışında, bir başka yanıtı olamaz mıydı? 
               
            Devrim, kendi iç enerjisi ile içeriğin sözü aştığı bir başka yanıt  üretemez miydi? 
           
          
            
              - Devrimde Açan Çiçekler: Subotnikler
 
             
            “İşçi  ne kadar çok zenginlik üretirse, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar  artarsa, o kadar yoksul duruma gelir.”   
               
            Bu söz nicel değil, nitel bir  yoksullaşmayı ima eder. Buradaki yoksullaşma, artan yabancılaşma sürecinde  insani niteliklerini giderek kaybeden insanın, en mükemmel üretici güç olarak  çok yönlü gelişiminin engellenmesi ve onun kendisinden uzaklaşırken, gerçekte  yaşamın ve maddi zenginliğin biricik kaynağı olan doğadan uzaklaşması anlamına  gelir.   
               
            Kapitalizm, emeği ve doğayı birbirinden ayırarak,  üretimin koşullarını üreticilerin yeniden üretiminin gereklerinden, yani emekçilerin  doğal koşullarla olan toplumsal bağlarından koparır, böylece emekçileri doğaya  karşı kayıtsız kılar. 
               
            Sermaye kendisini toplumsal bir ilişki  olarak yeniden üretirken, yarattığı kültürle, kapitalist üretim ilişkilerinin,  emekçiler tarafından doğa yasaları gibi algılanmasını sağlar. 
               
            Bütün bu nedenlerle, maddi teknik  temelinin inşasının da bir önkoşulu olarak komünizm, insan bilincinin bu  kayıtsızlığın ve yanılsamanın tortularından yığınsal ölçekte arındığı evrensel ve tarihsel bir geçiş dönemine gerek duyar. 
               
            Bu geçiş döneminin tek güvencesi, kayıtsızlığından arınmış ve çok yönlü gelişmiş  toplumsal bireylerin en mükemmel üretici güç olarak üretim sürecinde üretimin  koşulları ile doğrudan buluşmalarıdır.  
               
            Devrimci durumlarda kabaran coşku ve  artan yığın enerjisi, kurucu özneye böylesi bir arınmayı yığınsal ölçekte  sürekli kılabilmenin fırsatlarını sunar.  Bunlar devrim günlerinde açan devrim  çiçekleridir. 
               
            Devrimci coşkunun yığınların bilincinde  sıçramalı değişimlere kaynak olduğu devrimin ilk yıllarında hızla yayılan “subotnikler” (Komünist Cumartesiler) nesnel  yetersizliğin aşılmasında, belki Taylorcu teknikler kadar  “hızlı” değil, ama tam da geçiş dönemine  karşılık gelen ve yüksek bilinç gerektiren kurucu bir faaliyetin aracı olabilirlerdi. 
               
            Ne  var ki, iç savaş sonrası kıtlık, açlık, yoksulluk ve kitlesel ölümler halini alan  nesnel yetmezliğin beklemeye tahammülü yoktu ve geçici bir ödün olarak başlayan,  bir tür devlet kapitalizmi olan NEP’le birlikte subotnikler, yani Ekim Devriminin çiçekleri, yayıldıkları  hızla kayboldular ve bir daha da açmadılar. 
               
            Aynı yetmezliğin basıncı, tıpkı subotnikler  gibi açan bir başka devrim çiçeğinin, fabrika  komitelerinin de suyunu kesti, onları kuruttu. Devrimin ilk yıllarında işçi  sınıfının bilincinde yaşanan sıçrama, kendilerine boş zaman yaratmak için işyerini tatil etmiş bir fabrika komitesine  üye emekçi bir kadının Nadejda Krupskaya ile girdiği diyalogda, yaptıklarını çok doğal bir eylem olarak gerekçelendirdiği  şu cümlede dile geliyordu:  
               
            “Ne  de olsa artık efendi biziz”.   
               
            Boş zamanı sahiplenebilmek için üretim  araçlarını sahiplenmek gerektiğini çok iyi kavramış olan ve en çok da devrimci  durumlarda yığınları saran bir iradeye dönüşebilen bu bilinç, ne yazık ki kapitalizmin Sovyet emekçilerinin sırtına  yüklediği işin önünde aşılması zorunlu bir engel, katlanılması mümkün olmayan  bir “lüks”tü.  
               
            Fabrika komiteleri, üretimin denetiminden  uzaklaştırılarak önce fabrika müdürlerinin inisiyatifi altına sokuldu, sonra  sendikaların işlevi gözetimle sınırlı uzantılarına dönüştürüldü. Kurudu. 
               
            Böyle bir iradenin varlığına yönelik,  yaşamın başka alanlarından daha birçok örnek verilebilir. Devrim adına  yapılacak her türlü değişime açık olan ve sürekli hareket halindeki komünist  kadroların varlıklarından, ilk beş yıllık plan arifesinde kır ve kenti  kaynaştırmaya yönelik düşüncelere, sözgelimi, Moskova’yı bir yeşil şehir haline  dönüştürüp yel değirmenlerinden enerji üretmeyi öneren mimarlara kadar.   
               
            Bir tür hava bisikleti olan ve 1932’de  Moskova Güzel Sanatlar Müzesinde sergilenmekten öteye gidemeyen Letatlin  belki o zamanlar yaşama  geçirilmesi olanaksız bir fanteziydi, ama önemli olan, onun “atmosferi petrol dumanlarından kurtarma,  kentlerin gürültü ve kalabalığını hafifletme” düşüncesi ile öne sürülmüş  olmasıydı.  
               
            Komünizm kuruculuğu gereksinim duyduğu  enerjiyi ancak bu iradeden alabilirdi.  Bu iradeyle insan doğayla yeniden buluşabilir;  komünizme geçiş sürecinde, verimlilik, kalkınma, büyüme vb. kavramların içeriğinin  ekolojik dönüşümüne yönelik bir hamleyi başlatabilirdi. 
               
            Kuruculuk döneminin biricik güvencesi  olan özgür insanın toplumsal üretimi için daha  fazla boş zaman yaratılabilir, zorunlu  çalışma süreleri ancak böyle bir iradenin varlığında kısalabilirdi. Komünizmin özgür insanına doğru atılacak bu somut adım,  belki de o zaman, dünya işçi sınıfı tarafından izlenebilir, komünizmin nihai  zaferine doğru evrensel bir ayaklanmaya dönüştürülebilirdi. 
               
            Böyle olmadı.  
               
            Kapitalizmi yakalamak ve onu geçmek,  kuruculuğun diğer alanlardaki faaliyetlerini de belirleyen, biricik temel  politikası oldu.  
               
            NEP’le başlayan yürüyüş, Glasnost ve Perestroyka ile nihayete erdi. 
           
          
            
            Marksizm, başarısız sosyalizm  denemelerinin sonuçlarından hareketle, “içinden” ve dışından yapılan “ekoloji  karşıtlığı” eleştirilerinin haksız yere muhatabı olmuştur.  
               
            Yürüttükleri mücadele bağlamında  komünistlerle aynı tarafta görünenlerin yaptıkları eleştiriler, dışarıdan  yapılan ve öz olarak burjuva kampın -kapitalist üretim tarzının biyosferi  tehdit eden sonuçlarına meşruluk kazandırma, kapitalizmin bir tür kendini  aklama çabasından öteye gitmeyen- kaba eleştirilerine oranla, daha rafine  olmakla birlikte, beslendikleri kaynak ortaktır. 
               
            Bu eleştiriler, objektif olarak, reel  sosyalizm sürecinde ortaya çıkan ekolojik sorunlardan güç alırlar. Fatura Marksizme  kesilirken, sorunların gerçek kaynağı –“kapitalizmi yakalayıp geçme yarışında”  yeniden üretilenin sosyalizm değil de kapitalizmin doğrusal üretim mantığı  olduğu – da kendisini gizlemiş olur.  
              “İçeriden” yapılan “ekolojik”  eleştirilerin ortak paydasını, onun doğa üzerinde “Prometeusçu” bir egemenlik kurma eğilimi taşıdığı ve bu niteliğiyle  doğal sınırları gözetmeyen kapitalist üretimin doğrusal mantığından kopamadığı  oluşturur. Bu eleştiri kimi yerde daha rafine biçimler alır. Marksizmin  kapitalizmin eleştirel analizini yaptığı soyutlamalarda, maddi üretimin içeriği  ile verili tarihsel toplumsal biçimini birbirinden yalıttığı, bu yalıtımın  üretimin doğal koşullarını ve oluşan atıkların akıbetini yeterince dikkate  almayan bir tür “karşı ekonomi-politik”e  dönüştüğü ileri sürülür. Bu yüzden de sorunların birikimiyle baş gösterecek ekolojik  bir krizi, Marksizmin ister istemez ıskalayacağı imasına dönüşür.  
              Bu eleştirilerin haklılığı, teorideki  katılaşmanın etki alanından kurtulamayan geleneksel komünist hareketin,  kuramsal üretimde üzerine düşen görevi aksatarak, kendilerine yaşama ve yayılma  olanağı sağlamış olmasıyla sınırlıdır. Daha fazla değil! 
               
            Aksini düşünenler şu iki soruya  ikircimsiz, net bir yanıt vermek zorundadır: 
               
            Marksizmin kurucularının hemen her  eserinin, kapitalizmin insanı ve doğayı sömürüsünün sonuçları bir felaket  düzeyine ulaşmadan yıkılacağı beklentisiyle yazılmış olmasını, bugün fazlasıyla  gereksinim duyduğumuz bir devrimci  iyimserliğin sonucu olarak değil de, eleştiri oklarının hedefi, kuramsal bir gedik olarak görmek ne  kadar yerindedir?  
               
            Yazgısına direnen sermayenin tarihten  çaldığı fazladan zaman içinde, dünyayı ekolojik bir felakete sürüklemesinin  kesinlik kazandığı bugün, “neden ekolojik kriz adıyla ayrı bir başlık  açılmamış?” sorusuyla aynı kapıya çıkan eleştiriler yapmak; gerçekte, doğal  sınırları anımsamanın mutlak önkoşulunun doğa ile yeniden buluşmak olduğunu her  fırsatta yineleyen, doğa ile insan arasındaki metabolik yarılmayı tüm devrimci  eleştirisinin temeline yerleştiren Marksizme haksızlık yapmak değilse nedir? 
               
            Eğer, engelleyecek örtülü ideolojik  nedenler yoksa ya da çoktandır burjuvazinin ideolojik saldırı aracına dönüşmüş reel  sosyalizmin sonuçlarıyla algılar körelmemiş, bilinçler kararmamışsa, Marksizmin  klasiklerinden şu saptamaları bulup çıkarmak,  hiç de zor değildir: 
           
          
            
              - Doğal sınırlar ile üretim biçimi  arasındaki ilişki, ancak özgül toplumsal, sınıfsal ilişkilere bağlı olarak açıklanabilir. Sınıf  mücadelesinden bağımsız bir doğal sınırlar tartışması tarih dışıdır,  kurgusaldır ve bu yüzden de bir gerçekliği yoktur. 
 
              - Maddi yaşam ile toplumsal yaşam  birbirine karşıt bir ikilik  oluşturmazlar. Onlar diyalektik bir bütünün, biri ancak diğeri ile  açıklanabilen, karşılıklı birbirini koşullayan bileşenleridir. Bu saptamanın mantıksal sonucu, komünist toplumda doğa ile insanın  sürdürülebilir birlikte-evriminin zorunlu ve mümkün olduğudur.
 
              - Kapitalizmden komünizme geçiş,  bir devrimci dönüşüm dönemini gerektirir.  Böylesi tarihsel bir dönem, diğer nedenlerin yanında, en başta kapitalizmin yarattığı  üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla sürekli pekiştirdiği yabancılaşmış  toplumsal ilişkilerden ötürü bir zorunluluktur. 
 
              - Kapitalizmin üretici güçleri ile  komünizmin üretici güçleri nitelik olarak farklı olacaktır ve bu fark, doğa ile girilen zorunlu metabolik ilişkiye de, bu  ilişkinin sonuçlarına da yansıyacaktır. 
 
             
            Marksizm,çözümlemelerinin özü  değişmediği sürece diri kalmasını, insanın özgür etkinliğini odağına alan Epikürcü materyalizmine ve soyutlamalarına bütünsellik kazandıran Hegelci diyalektiğine borçludur. 
               
            Kapitalizmin devrimci eleştirisini ele  alalım, -tarihsel olarak olgunlaşmış ve ayrıntılarıyla zaten açıklanmış olanlar  hariç- öze ait bütün öğeler, bağlantı ve görünümleriyle,  açılıp serpilmeyi bekleyen tohumlar halinde bu  eleştiriye içkin değil midir?  
               
            Manifesto’daki kapitalizm betimlemesinin  o günden fazla bugünü anlatıyor olması, bilimsel bilgiye dayalı devrimci  diyalektiğin gücü dışında nasıl açıklanabilir? 
              Gerisi, yani güncelin çözümlemesi, teorinin  katılaşmasına izin vermeyecek olan devrimci eleştirel pratiğin işi değil midir?  
               
            Hal böyleyse, o zaman, asıl eleştiri  konusu, teorinin katılaşmasına izin verenler, Marksizmin temel önermelerinden  hareketle, olgunlaşana bile adını bulup koyamayanlar olmaz mı? 
               
            VII              Ekolojik  Bir Toplum Olarak Komünizm 
               
            “…burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden  üretim ve dağıtım koşullarının tarihsel olduğunu  kabul ettiğiniz andan itibaren, onları üretimin doğal yasaları gibi görme  hayali yiter ve kapitalizmin bir geçişten ibaret olduğu yeni bir toplumun,  [yeni bir] ekonomik sosyal formasyonun manzarası gözler önüne serilir.”  
           
          
            
              - Komünist Üretimin Amacı Özgür İnsandır.
 
             
            Komünist toplumda üretimin amacı, aynı  zamanda bu üretimin doğrudan öznesinin; evrensel, toplumsal bir ürün olarak özgür insanın üretimidir. Komünist  üretim, en gelişmiş üretici güç olarak insanın, gereksinim duyduğu bütün  ihtiyaçları karşılama, sahip olduğu tüm potansiyeli gerçekleştirme ve daha da  geliştirme olanaklarını yaratmak için doğal koşullar ile doğrudan buluştuğu, emeğin “kendisinin  birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği” bir süreçtir.  
               
            Burada özgürlükten anlaşılması gereken,  insanın kendisi ve doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisine dayalı kurduğu, tarihsel egemenliktir.  Tarihsel gelişmenin ürünüdür ve zorunluluğun bilgisi ile sınırlıdır. Komünizme  atfen çok yaygın ve yanlış anlaşıldığı ve eleştiriye konu edildiği haliyle, “dilediğini yapma” bağımsızlığı değildir. 
               
            Komünist toplumun hiçbir üyesi, toplumsal  gücünü ve toplumla olan bağını cebinde taşımaz,  çünkü onlar gücünü, yarın kaygısından uzak, özgür yaşamlarından alır ve aralarındaki  doğal bağ için hiçbir dolayıma gereksinim duymazlar.  
               
            Komünist toplum, yabancılaşmış  ilişkilerin bütün tortularından arınmış,  onu üreten bütün kaynakları kurutmuş bir toplumdur. 
               
            Yabancılaşmış toplumsal ilişkilerden  tümüyle arınmış bir toplumda üretim, üretimin doğal koşulları ile doğrudan biraraya gelmiş üreticilerin ortaklaşa denetiminde yürüyen, doğanın  ve toplumun birlikte sürdürülebilir evriminin gözetilerek doğal sınırların  sürekli ötelendiği bir plan dâhilinde, en az enerji harcamasıyla gerçekleşir.  
               
            Gerek kuruculuğun, gerekse de anarşi ve  krizlerden arınmış planlı bir üretimin başarısı, devlet mülkiyeti dâhil, bütün yabancılaşmış biçimleriyle özel  mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasına ve insanın en gelişmiş üretici güç olarak üretim sürecine katılmasına  bağlıdır. Her türlü hazzı tatmış ve en yüksek kültür düzeyiyle donanmış olarak  üretim sürecine giren toplumsal birey, onu kendi gelişmiş yeteneklerini  sınadığı bilimsel bir egzersize,  emeği de yaşamsal bir gereksinime dönüştürür. 
               
            Emek  süresi ölçü  olmaktan çıkar. Maddi servetin tek ölçüsü, toplumsal bireyin kendisini çok  yönlü geliştirirken, üretken gücünü de geliştirebileceği boş zamandır.  
               
            Kır-kent  ayrımına son  verilen komünist toplumda, insan soyunun sürekliliğinin vazgeçilemez koşulu  olan toprağın soyulmasına, verimsizleşmesine son verilir. 
               
            Komünist toplumda yegâne sahiplik hakkı, yararlanma hakkı sahipliğidir.  Yeryüzünden yararlanma hakkı karşılıksız değildir. Maddi zenginliğin biricik kaynağı olan doğayı korumak ve gelişmiş  haliyle gelecek kuşaklara devretmek, toplumun bütün üyelerinin yerine  getirmekle yükümlü olduğu temel sorumluluğudur. 
           
          
            
              - Komünist Toplumda Artık-Nüfusa Yer Yoktur!
 
             
            Papaz Malthus, 18. yüzyıl boyunca  okyanusun Avrupa yakasındaki nüfus artış oranını yaklaşık yirmi beşe katlayan  Kuzey Amerika’nın uçsuz  bucaksız verimli topraklar ve bakir kaynaklarının doğurduğu istisnai sonuca  bakarak, bilimsel bir kanıta değil ama daha çok kutsal kitabına dayanarak, bir genel nüfus teorisi uydurdu.  
               
            Bu teoriye göre, insanların nüfusu üstel  olarak artarken, tarımsal üretim aritmetik olarak artıyordu. Sonuçta kıtlık  kaçınılmazdı. Malthus,“doğamızın  kaçınılmaz yasalarının bazı insanların zaruret içinde kıvranmalarını”  gerektirdiğini söylüyordu. “Bunlar  hayatın büyük piyangosunda boş çekmiş olan mutsuz kişiler”den oluşan bir  artık-nüfusu oluşturuyordu. Artık-nüfus,  tüm toplum biçimlerinde geçerli bir olguydu.  
               
            Marks, “sermayenin acımasız bakış açısını aynı acımasızlıkla” ifade eden “çocukça ve üstünkörü bir aşırmadan başka bir  şey olmadığını” söylediği bu teorinin ipliğini pazara çıkardı.   
               
            Marks’a göre, “birtakım bireylerin, ya da nüfusun bir kısmının, …gerek zorunlu  araçlardan, gerekse bunları kendi emekleriyle elde etmek imkânından yoksun  muhtaç insanlar haline gelmeleri sonucu” doğan artık-nüfus olgusu,  kaynağını bütün toplumsal biçimler için geçerli uyduruk bir yasadan  almıyor;  artık-nüfusun tarihsel  sınırları, özgül üretim koşullarınca belirleniyordu.  
               
            Daha önceki sınıflı toplumlardan farklı  olarak, muhtaç insanların kalmadığı komünist  toplumda, artık-nüfus sorunu da ortadan kalkar. 
               
            Ancak,  İngiliz rahip Towsend’in “…açlık yalnız  barışçı, sessiz ve sonu gelmeyen bir baskı olmakla kalmaz, gayret ve çalışmanın  en doğal dürtüsü olarak, en güçlü çabayı davet eder"  öğüdünü kulağına küpe edinmiş  burjuvazi, ipliği pazara çıkmış olmasına rağmen, Malthus’un kıtlık teorisini,  anti-komünist bir saldırı aracı olarak kullanmaya devam eder. İnsan ihtiyaçlarının sınırsızlığından hareketle, nüfus artışı ile doğanın sınırlılığı arasındaki çelişkinin komünist  toplumda da çözülemeyeceğini ileri sürer.  
               
            Bu iddia iki yanılsamaya dayanır:  İhtiyaçların sınırsızlığına ve sürekli artmaya devam edecek olan insan  nüfusuna. 
               
            İnsan ihtiyaçlarının hem nitelik, hem de  miktar olarak üretici güçlerin gelişme düzeyiyle değişebilen, ama tarihsel olarak sınırlı bir doğası vardır. Komünist toplumda, en başta ortadan  kaybolacak gereksiz işlerden biri olan reklam sektörü de, insan ihtiyaçların bu  sınırlılığının kapitalist toplumdaki bir ürünü ve kanıtı değil midir? 
               
            Gerçek şu ki, ihtiyaçların sınırsızlığı,  burjuvazinin ideolojik olarak yarattığı ve bütün toplumu inandırmaya çalıştığı  bir mittir. Kapitalist toplumda sermayenin, sınırsız birikim ihtiyacı ile insan  ihtiyaçlarının tarihsel olarak sınırlı doğası arasındaki çelişkinin giderek  görünür kıldığı tarihsel sınırlarından kaçış çabasından ibaret, bir tür kendini  savunma mekanizmasının ürünüdür.  
             
            İkincisi, tüketimin fetiş haline  getirildiği kapitalist toplumun bireyleri ile özgürlüğün doğa yasaları  karşısında düşsel bir bağımsızlık olmadığının bilincinde olan komünist toplumun  üyeleri, nasıl tarihsel olarak iki ayrı insanı tanımlıyorsa, onların  ihtiyaçlarının niteliği ve miktarı da birbirinden farklı olacaktır. Komünist  toplumda alış-veriş hastalığının olmayacağını söylemek bile, tek başına bu  farklılığın anlaşılması için yeterli bir ipucudur.  
             
            Doğanın sınırlılığı ile artan nüfus  arasındaki çelişkiye gelince;  
             
            Zamanın başlangıcından bu yana geçen  süreye göre, insan uygarlığının aldığı mesafenin kısalığı ve buradan hareketle  (tabii canlı yaşamın önünde engele dönüşmüş sermaye egemenliğinin alt edilmesi  koşuluyla) alabileceği mesafe düşünüldüğünde, ihtiyaçların kaynağı yönünden  mutlak bir sınırın olamayacağı görülecektir. 
             
            Ama o kadar geleceğe gitmeden, kapitalist  gelişmenin kimi sonuçlarına işaret ederek, ileri sürülen iddianın  temelsizliğini göstermek de mümkündür. 
             
            Ortalama insan ömrü uzamasına karşılık acaba  gelişmiş kapitalist ülkelerin nüfusu neden gerilemektedir? Yanıt çok  muhtemeldir ki, bu toplumlarda ileri düzeyde yaşanan yabancılaşmanın bir ürünü  olarak, birbirinden yalıtık yaşamaya alışmış, bencilleşmiş insanların çocuk yapmaktan  uzak durmaları olacaktır.  
             
            Peki, tam tersi durumda, yabancılaşmanın  tortularından arınmış, doğa ile toplumun sürdürülebilir evrimi için bilinçli bir  faaliyetin öznesi olan insanların hiç durmaksızın üremeleri için bir neden var  mıdır? Yoktur. 
             
            Kadın ve çocuğu erkeğin kölesi yaparak  özel mülkiyetin tohumunu atmış doğal işbölümünün ardından, bugüne değin aile  içinde işgücü olma hüviyetini hiç kaybetmemiş çocuklar, giderek çekirdek  ailenin dağılma sürecine girmesiyle birlikte doğan birçok yeni sorunun yanında,  ebeveynler tarafından artık işgücü olarak kabul görmüyorlar. Tersine, toplum  tarafından hiçbir güvenceleri sağlanmayan, taşınması ağır ekonomik yüklere  dönüşerek, nüfus artışının itici gücü olma niteliklerini de yitiriyorlar.  
             
            Elbette komünist toplum, çocukların  ebeveynlerin bir tür mülkü olmaktan kurtulmalarının bu sefil seçeneği yerine,  onları toplumun kendisini yeniden üretiminin meyveleri olarak bağrına basacak,  en başından sahip çıkacaktır. Ama bu sahiplenme, yüksek kültür düzeyine  ulaşmış, kendilerini çok yönlü geliştirmiş ebeveynlerin sınırsız üremeleri için  bir gerekçe de oluşturmayacaktır. 
               
            Tam tersine, bu gelişkin özgür bireyler,  özellikle de kadınlar, ait oldukları toplumun devinimini sağlayacak oranın  üstünde bir nüfus artış talebinin hiçbir biçimde aracı olmayı  kabullenmeyeceklerdir. 
           
          
            
              - Kapitalizmden Devir Alınan İhtiyaçlar
 
             
            Komünist toplum kapitalist üretim  tarzında ortaya çıkan ihtiyaçlar bütününü olduğu gibi ithal etmez. Bu  ihtiyaçlar, komünizme geçiş sürecinde iki kategoride devrimci eleştirel kurucu  pratiğin ayrışma konusu olur; geliştirilir ya da elenirler. 
               
            Birinci kategoriyi oluşturan ihtiyaçlar  demeti, yaşamsal gereksinmeler örneğinde olduğu gibi bütün toplumlara özgüdür. Bu ihtiyaçlar, toplumsal  bireyin gelişimine paralel, yeni biçimler alır, gelişirler. 
               
            İkinci kategoride yer alan ihtiyaçların  çoğu, sermayenin gereksinimi olarak türetilmiş, yine sermayenin onlara vermiş  olduğu adla ihtiyaç olmayan  ihtiyaçlardır. Varlık temelleri kalktığı için, komünizme geçiş sürecinde elenir,  kaybolurlar. 
               
            Bu iki kategorinin dışında, komünist  toplumda, tüm hazları tatmış, yüksek kültür düzeyine erişmiş, yabancılaşmanın  tortularından arınarak doğayla bütünleşmiş insanın gereksinim duyacağı ve  şekillendireceği, daha çok estetik niteliğiyle öne çıkan yeni ihtiyaçlar  doğacaktır. Emek bu ihtiyaçlar içinde birinci sırayı işgal edecektir. Çünkü  emek, komünist toplumda insanın sahip olduğu ve sürekli geliştirdiği üretken  potansiyelini gerçekleştirmesinin yegâne aracına dönüşecektir.  
           
          
            
              - Ekolojik Toplumun Temel Ölçütleri
 
             
            Sermaye egemenliği altında, kapitalizme  karşı yürütülen ekolojik toplum mücadelesine ve politik erkin alınmasının  ardından komünizmin maddi teknik temelinin ekolojik inşasına yön veren ilkeler,  komünist topluma geçişle birlikte bir bütün olarak onun ekolojik yeniden  üretiminin temel ölçütlerine dönüşürler.  
               
            Bu ölçütlere göre: 
           
          
            
              - İnsanlığın ve  doğanın, uyumlu, sürdürülebilir birlikte-evrimi mümkündür. Komünist toplum, insanla doğa arasındaki metabolik alış-verişi tüm  gerekleriyle birlikte bu temel ölçüte göre düzenler. Diğer ölçütleri de bu ilke  belirler.
 
              - Ekolojik amaçlar,  yerel ve küresel ölçekte ayrıntılı olarak tanımlanır ve toplumun izleyip, denetleyebilmesi için bütün üyeleriyle paylaşılır. 
 
              - Ekolojik ve insani  değerlerle tanımlanan maddi zenginlik,  ortaklaşmış üreticilerin denetiminde, topluluğun genel çıkarları gözetilerek üretilir.
 
              - Gerektiğinde toplumun  üretici kapasitesini sınırlamanın, yönlendirmenin yol ve araçlarını içeren herkese açık ekolojik bilgi, eksiksiz toplumun tüm üyelerine iletilir.
 
              - Doğal koşulların, sonuçları belirsiz, riskli kullanımına karşı çıkılır. Riskten kaçınma, hiç risk alınmayacağı anlamına da  gelmez. Komünist toplum, alacağı riskin ölçüsüyle ayrılır.  Ölçü, alınacak riskin doğal döngüleri kesecek nitelikte bir sonuca yol  açmamasıdır. Herkese açık ekolojik bilgi, ilgili ihtiyacın karşılanmasında  sınırlar ve seçenekler hakkında içerdiği bilgiyle, alınacak riskin  değerlendirilmesinde de tamamlayıcı bir işlev görür. 
 
              - Doğanın bütünselliğinin bir gereği olarak, doğal koşulların kullanımında  her ölçek ve düzeyde tam, evrensel bir  işbirliği yapılır. Bu işbirliği, komünist toplumda, hem üretimin  sonuçlarının denetimi, hem de çıkması olası sorunların üstesinden gelinmesi  için zorunludur. 
 
              - Doğa ve insanın birlikte, sürdürülebilir evrimi için çeşitlilik ve değişkenliğin gözetilmesi zorunludur. Bu ölçütle,  doğal seçilimin dinamizmi için olduğu kadar, komünist toplum üyelerinin çok yönlü sağlıklı gelişimi için de  uygun koşulların sürekliliği sağlanır.  
 
              - Temel ekolojik bir kültür, ekolojik  teknoloji ve elbirliği yöntemleri aracılığıyla yeniden üretilir. Üretim alışkanlıklarında yaşanacak sürekli değişimlerle  de bu kültür beslenir ve gelişir. 
 
              - Komünist Toplumda Teknoloji; Hem Farklı, Hem Daha İleri!
 
             
            Teknoloji, sermaye egemenliği altında,  insanın tarihte ilk kez evrensel ölçekte doğayı  denetimi altına almak için eline aldığı, ama burjuvazinin “kar şehvetini tatmin” aracına dönüştüğü için insana ve dolayısıyla doğaya ihanet eden bir kılıç oldu.  
               
            Teknoloji, insanın doğaya egemenliğinin  kendine yeterlilikle sınırlı olduğu kapitalizm öncesi toplumlarda, insanın  hizmetinde bir araç iken, sermayenin  boyunduruğunda, insanın araçsallaştırıldığı bir güce dönüştü.   
               
            Teknolojinin gelişiminde deneme ve sıçrama tahtası da olmuş  emperyalist savaşlar, bu ihanetin ve araçsallaştırmanın açık kanıtı, trajik  sonuçlarından en ağırı, insanlığa ödetilen kanlı bedelleridir. 
               
            Oysa teknoloji, “doğanın değil, doğayla insan arasındaki ilişkinin denetlenmesinin” aracı olmalıydı. Bu eleştirel bakış, insanın doğa ile zorunlu ve ebedi  alış-verişinde, teknolojinin ait olduğu toplumsal dizgenin ürünü olarak  işleyeceğini, ondan bağımsız olamayacağını ima eder. İnsanın doğa ile  arasındaki metabolik yarılmayı derinleştiren, doğayı sermayenin boyunduruğu  altına almanın aracı olarak işleyen teknoloji ile bu yarılmanın sadece  sonuçlarını değil, kendisini ortadan kaldırmayı amaç edinmiş, doğa ile toplumun  birlikte sürdürülebilir evrimini gözeten bir teknoloji, açıktır ki nitelikçe  farklı olmak zorundadır.  
               
            Yenilenebilir  enerji kaynaklarının kullanımı konu edinildiğinde, bu fark hemen göze çarpar.  Kârlı olduğu müddetçe sermaye, ne fosil yakıtların kullanımının yaratacağı küresel  iklim değişimi sorunuyla, ne GD gıdaların doğanın bağrına atılmış, evrimsel  zinciri parçalayacak bir bomba olduğuyla, ne de nükleer fisyon santrallerinin  radyasyonlu atıklarının gelecek nesilleri ipotek altına sokan riskiyle ilgilenir. 
               
            Yeterince  kârlı olmadığı için de, ne yenilenebilir enerji kaynakları, ne de taşıdığı  potansiyelle, gelecekte önemli bir enerji kaynağı olmaya aday olan nükleer  füzyon teknolojisi onun ilgi alanına girer. 
               
            Sermayeyi  cezbeden durumlarda ise, teknolojinin taksit taksit kullanıma sokulmasından, kullanılan  yatırım malları ve işletmeciliğe kadar, bu kaynaklar yeni israf kapılarına  dönüşür. 
               
            Sermaye  teknolojik gelişmeyi kâra endeksli bir “verimliliğe” bağlar ve bu nedenle de gerçekte  onun gelişimini engeller. Çünkü karşılaştığı her yol ayrımında, onun tercihi  önceden bellidir. Diğer seçenekler gelişme olanaklarını ve oynayacakları rolü  daha baştan yitirmişlerdir.  
               
            Ekolojik  bir toplum olan komünizmde, gerçek insan gereksinimlerinin karşılanması konu  olduğu için, daha baştan safdışı olan birçok ihtiyaç olmayan ihtiyaç, savaş ve  silah sanayi, moda, reklam vb. gereksiz sektör büyük bir enerji ve diğer kaynak  tasarrufu sağlayacaktır. Evrensel ölçekte yapılanmış enerji ağına bağlanan güneş  ve rüzgâr santralleri, kalan enerji gereksinimi için fazlasıyla yetecektir. 
               
            Termik  santrallerin yanında, nükleer fisyon santrallerine de son verilecektir. Yeri  gelmişken, burada karşı çıkılanın nükleer enerjinin kendisi değil, onun fisyon  santrali uygulaması olduğunu anımsatmak gerekir. Gezegene hayat veren güneşin nükleer  enerjiyle ışıdığını biliyoruz. O büyük bir nükleer füzyon santralidir. Nükleer  füzyon, nükleer fisyonun taşıdığı riskleri içermez. Bu yüzden komünist toplum  nükleer füzyon teknolojisini geliştirir ve uygular. Benzer yaklaşım GDO’lar  (genetiği değiştirilmiş organizmalar) için de geçerlidir. Komünistler doğal  döngüleri etkileyecek riskli uygulamalar dışında, GDO’ların insanlığın  çıkarları doğrultusunda kullanılmasına karşı değildir. Bir dönem tedarikinde  çekilen zorluğun GDO aracılığıyla aşıldığı insülin,  bu tür kullanıma iyi bir örnektir.    
               
            Komünistler,  teknolojinin sermayenin çıkarlarına tabi kılındığı, kapitalizme karşı  yürüttükleri ekolojik toplum mücadelesinde, naif teknoloji karşıtlığına, Zerzancı romantik bir ilkelciliğe prim  vermezler. Doğa ile yeniden buluşmuş insanın hizmetinde, teknolojinin doğa ve  insan arasındaki zorunlu metabolik ilişkinin denetim aracı olarak iş göreceği,  daha ileri, ekolojik bir uygarlığın bu araç olmadan kurulamayacağını bilirler. 
               
            Enerji  sorununu, yenilenebilir enerji kaynaklarını evrensel ölçekte merkezi olarak  örgütleyerek çözecek olan komünist toplum;  
           
          
            
              - Planlı bir kentleşme ile kır-kent ayrımına ve dolayısıyla toprakların  yoksullaşmasına son verecek, topraktan alınanın ona geri kazandırılacağı bir  teknolojiye yönelecektir. 
 
              -  Gıda üretiminde yeri geldiğinde kapitalizm  öncesi tekniklerin kullanımına da açık olacak, ancak yaşamak için zorunlu  maddelerin üretiminde tam bir otomasyon sağlayacaktır. 
 
              - Sınaî ürünlerin kullanım ömrünün, günümüzdeki eşdeğerleriyle  kıyaslanmayacak ölçüde uzun olmasını sağlayacak, böylece hem zamandan, hem  malzemeden, hem de enerjiden tasarruf edecektir. 
 
              - Ender elementlerin yerine, pratik olarak tükenmesi olanaksız elementlerin  kullanımını, sınırlı elementlerin  kullanımının kaçınılmaz olduğu hallerde ise atıkların tümüyle geri kazanımını  sağlayacak teknolojiler geliştirecektir.
 
             
          Komünist toplumda teknoloji, doğa ile  insanının birlikte evrimini gözetirken, hedefi daha fazla boş zaman üretmek  olacaktır. Daha fazla boş zaman, kendini her yönden daha iyi donatmış en  mükemmel üretici gücün, giderek  estetik nitelik kazanan gereksinmelerini  daha  kısa zamanda üretmek için üretim sürecine girmesi ve daha ileri  teknolojilerin üretilmesi anlamına gelecektir. Boş zaman-ileri teknoloji  sarmalı, teknolojik gelişmenin hem yönünü, hem de hızını belirleyecektir.   
          
            
              - Başka Seçenek Yok! Yeniden Deneyeceğiz!
 
             
            Yeni uygarlık, sermayenin bıraktığı maddi  teknik temel üzerinde, ama kurucu öznenin bilinçli faaliyetiyle yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin tüm tortularından arınarak yükselecektir.  Bu nedenle, öznenin -eriştiği bilinç düzeyiyle ölçülen- kurucu yetkinliği,  başarının biricik güvencesi olacaktır. Öznenin gereksinim duyduğu bilinç, bir miladın ardından ve gaipten değil,  hâlihazırda devam eden ve komünizm evrensel ölçekte muzaffer oluncaya kadar  kesintisiz sürecek olan devrimci  eleştirel kurucu pratikle, mücadele içinde biriktirilerek kazanılacaktır. 
               
            Bu yüzden, mücadelemizin her evresi, yöntem ve hedefleriyle, kurucu öznenin  kendisini yetkinleştirmesine, şimdiden mücadele içinden başlayarak temelini  atacağımız ekolojik bir kültürün oluşumuna hizmet etmelidir. 
               
            Yığınların indinde, kapitalizme  yönelttiğimiz her eleştiri, onun doğa  ve insan düşmanı yüzünü sergilerken, ekolojik bir toplum olarak komünizmin tasavvurunu da görünür  kılmalıdır. 
              Mücadele hedefleri; 
               
            Stratejik doğrultu ve taktiklerimizi,  yığınlara açık ve anlaşılır biçimde  anlatabilmelidir.  
               
            Düzenin yasallığına değil, kendi  haklılığından güç alan bir meşruiyete dayanmalı,  yığınlara sinmiş umutsuzluk sisini  dağıtmalı, onları mücadeleye yüreklendirmelidir. 
               
            Somut, gerçekleşebilir, ırağı yakın eden nitelikleriyle,  mücadele saflarındaki birliği pekiştirmeli, yeni yeni güçleri çekecek bir cazibe yaratmalıdır. 
               
            Şunu hiç unutmamalı ve unutturmamalıyız:  fazla değil, yalnızca iki seçeneğimiz var:  
               
            Ya bundan böyle insan,  kendi tarihini doğanın  tarihinden ayırmayacak! Ya da tarih  yazımının kendisi son bulacak! 
               
            Ya bu defa insan, doğanın düşünen elleri olarak hiç ayrılmamacasına onunla yeniden buluşacak! Ya da kendisinin katili  olacak! 
               
            Ya en büyük üretici güç olarak insan, doğanın ve kendisinin birlikte-sürdürülebilir  evrimini güvence altına alacak, bunun için yeni ve daha ileri bir uygarlığın  önündeki setleri toplumsal bir devrimle havaya uçuracak! Ya da doğanın mucizesi, bildiğimiz canlı yaşam, bütünüyle sermayenin  sonsuz birikim girdabına kapılıp yok olacak!  
               
            Ya Ölü Yıldızlara Hayatı  Götüreceğiz!  
              Ya Dünyamıza İnecek Ölüm! 
           
3 Aralık 2010  
          
            
              (1) 2010 yılı Yaşayan  Gezegen Raporu’na göre, 6,607 milyar dünya nüfusu içinde 1,031 milyar  nüfusu barındıran gelişmiş kapitalist yörelerin ekolojik ayakizi, kişi başına  6,1 gha (küresel hektar). Buna karşılık, Dünya ortalaması 2,7 gha iken, aynı  veri 4,323 milyar nüfusun yaşadığı orta düzeyde gelişmiş yörelerde 2.0;  1,303 milyar nüfusun yaşadığı az gelişmiş yörelerde  1.2 gha’dır.  
             
            
              (2) K. Marx, “I. Enternasyonal Açış Konuşması” (21-27 Ekim  1864).  
             
            
              (3)   Rusça “yetişip geçmek”  anlamına geliyor.  
             
            
              (4) Karl Marx, 1844  El Yazmaları, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ekim 2005, s. 140.  
             
            
              (5) Rusça  uçmak sözcüğü “letat” ile hava bisikletinin mucidi Tatlin’in isminden  türetilmiştir. 
             
            
              (6) Karl Marx, Artı Değer Teorileri, cilt III,”  Richard Jones”[XXIV. Bölüm]. 
             
            
              (7) Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 2. Baskı,  Mart 1977, s. 203. 
             
            
              (8) Steve  Jones, Neredeyse Bir Balina, Evrensel  Basın Yayın, birinci basım, Ekim 2006, s. 108.  
             
            
              (9) Thomas  Robert Malthus, Nüfus Üzerine Deneme (1798) 
             
            
              (10) Karl  Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları,  birinci basım, Haziran 1980, s. 608.  
             
            
              (11) Karl  Marx, Kapital cilt I, Sol Yayınları,  üçüncü baskı, Ankara, Ekim 1986, s. 664. 
             
            
              (12) Walter  Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis  Yayınları,Ekim 2001, s.76. 
             
            
           
        12 Mart 2011
           |