YA ÖLÜ YILDIZLARA HAYATI GÖTÜRECEĞİZ!
YA DÜNYAMIZA İNECEK ÖLÜM!
I İnsanla Doğa “İki Ayrı Şey” Değildir
- İnsanla Doğa Arasındaki Zorunlu Metabolik Alışveriş
Tarihin temel koşulu, maddi yaşamın üretimidir. İnsan yaşamı için zorunlu gereksinimlerden ve bunların sağlanması için gerekli araçlardan oluşan bu üretim, insanla doğa arasında, metabolik biralış-verişi zorunlu kılar. Bu süreçte insan, doğadan edindiği maddeler üzerinde yararlı emek harcayarak, onları yaşamsal gereksinmelerini karşıladığı kullanım-değerlerine dönüştürür.
Toplumun maddi servetini oluşturan kullanım-değerleri, doğanın ve insan emeğinin ortak ürünleridir. Emeğin insan organizmasına doğadan aktarılan enerjiden başka bir şey olmayan emek-gücünün fonksiyonu olduğu dikkate alındığında, maddi zenginliğin kaynağının tek başına doğa olduğunu söylemek yanlış olmaz.
İnsanın doğayla girdiği metabolik alış-veriş, yaşamsal varoluşunun bütün toplumsal biçimlerden bağımsız, zorunlu ve ebedi bir koşulu olmaktan ibaret değildir. Bu alış-veriş, aynı zamanda, onun kendi evriminde rol aldığı doğal bir süreçtir. Çünkü insan, üretim etkinliği ile doğayı dönüştürürken, bir yandan da kendi doğasının varoluş koşullarını dönüştürür; sınırlarını genişletir. Bu nedenle, insanın ebedi özgürlük arayışının maddi temeli de, varoluşunun koşulu olarak kendisine doğa tarafından dayatılan aynı zorunlu ve ebedi koşuldur.
Yaşamsal varoluşun ve toplumsal zenginliğin biricik kaynağı olarak doğa, bu niteliğiyle, insanın kesip atamayacağı, yok sayamayacağı inorganik bedenidir. İnsan bu zorunlu ve ebedi bağımlılığıyla, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Toplumsal evrim ile doğal evrim arasında, bu nedenle zorunlu bir bağ bulunur.
Ekolojik sorunların ekolojik bir krize dönüşmesinin temelinde, insanın özgürlük arayışının kapitalizme karşılık gelen tarihsel evresinde, bu bağın unutulması yatar.
Bu unutkanlık, işbölümü ile başlar ve kapitalist üretim tarzı ile doğayı, tüm canlı yaşamı tehdit eden bir hastalığa dönüşür.
- İşbölümü: Özel Mülkiyetin ve Sınıfların Temeli
İlkel koşullarda cinse ilişkin olarak başlayan doğal işbölümü, daha sonra insan ihtiyaçlarının ve üretkenliğin artmasıyla birlikte, toplumsal bir nitelik kazanarak, toplumun maddi ve zihinsel eylemi arasında ayrıma dönüşmüş; özel mülkiyetin ve sınıfların temelini oluşturmuştur.
Üreticilerin kendi gereksinmelerini aşan tarımsal emek üretkenliğini yakalamasıyla birlikte, tarihteki en büyük maddi ve zihinsel işbölümü gerçekleşir; kent ile kır ayrılır. Zorunlu gıda üretiminden kopan ve giderek artan bir nüfusun katalizörlüğüyle, çoktandır olgunlaşmış ekonomik kategorilerinin bütünsel bir sistematik içinde bir araya gelerek soluk almaya başlamasıyla yeni bir üretim tarzı doğar. Sermayenin toprak mülkiyetinden bağımsız olarak geliştiği, canlı emek sömürüsüne dayalı bir üretim ve değişim toplumu, kapitalist toplum, bu gelişmeyle tarih sahnesindeki yerini alır.
Kent ile kırın ayrılmasıyla, geçim araçlarından zorla koparılan üreticilerin mülksüzleştirilmesi -proleterleştirilmesi- sermayenin ilksel birikimine hız verir. Büyük kent merkezlerine yiyecek ve giyecek maddelerinin taşınmaya başlamasıyla da, emekçilerin sömürüsüne, toprağın soyularak yoksullaştırılması süreci eşlik eder. Kent merkezlerine bu tek yönlü akış, toprak verimliliğinde halen devam eden erozyonun da temel nedenidir.
Kapitalizm geliştikçe, köylülüğün tasfiyesi durmaz; toprak mülkiyeti büyük kapitalist toprak mülkiyetine, tarım sorunu da genetiği değiştirilmiş gıda ve monokültür üretim yapan kapitalist tarım tekellerine ve kır-kent ayrımına karşı yürütülen ekolojik toplum mücadelesine dönüşür.
- Yabancılaşma Unutkanlık; Unutkanlık Hasta Yapıyor!
Topraktan koparılan üreticinin, geçimini sağlamak için emeğini satmaya zorlanmasıyla, insan da bir alış-veriş nesnesi olur. Doğayla insan arasında giderek genişleyen metabolik bir yarılma başlar. Bu yarılmanın temeli, insanı doğaya ve kendisine yabancılaştıran toplumsal ilişkiler ve bu ilişkileri sürekli yeniden üreten kapitalist üretim tarzıdır.
Yabancılaşma sürecinde insan, doğa ile arasındaki bağı unutur. Süreç derinleştikçe de bu unutkanlık, üretimin doğal koşullarıyla üreticilerin doğrudan birliği yeniden sağlanmadan üstesinden gelinemeyecek, onulmaz bir hastalığa dönüşür.
II Sermayenin Tarihsel Mazereti
- Nesnelere Dayalı Kişisel Bağımsızlığa Geçiş
Kapitalist topluma kadar, üreticinin üretimin doğal koşulları ile doğrudan birliğinin sağlandığı iki tarihsel biçimi, ilkel komünal mülkiyetle, ev içi sanayine dayalı küçük toprak mülkiyetinin egemen olduğu toplumlarda, insan üretkenliği, insan-bağımlı ilişkiler temelinde, seyrek, yerel ve ancak çok sınırlı oranlarda gelişebilmiştir. Kapitalizm, meta-bağımlı ilişkiler ağı ile ilk kez nesnelere dayalı kişisel bağımsızlığın evrensel ölçekte temelini atmış; emek üretkenliğinin gelişimine hız ve süreklilik kazandırmıştır. Yerel olan dağılmış, maddi yaşamın ve zihinsel faaliyetin üretiminde evrensel karşılıklı-bağımlılık başat olmuştur.
Sermaye, büyüme ihtiyacının zorunlu sonucu olarak, doğrudan üreticiler ile üretimin doğal koşulları arasındaki orijinal birliği parçalayarak, doğa ile insan arasındaki metabolik ilişkinin yarılması pahasına ördüğü toplumsal ilişkiler ağıyla, insan ihtiyaç ve yeteneklerini evrensel ölçekte birbirine bağlamış ve tarihte ilk kez bütünsel olarak işleyen toplumsal bir metabolizma geliştirmiştir.
Özgür bireyselliğin ve toplumsal bireyin temeli olan toplumsal emek, bu toplumsal metabolizmanın ürünüdür.
Bir üretkenlik kırbacı olarak sermaye, emek üretkenliğinde sağladığı biteviye artışla, maddi zenginliğin kaynağını, birikmiş bilimsel bilginin ve gelişmiş toplumsal işbirliğinin fonksiyonuna dönüştürür. Böylece o farkında olmadan, kendi maddi varlık temelinin, canlı emek hırsızlığının altını oyarken, emeği de toplumsallaştırır; özgür üreticiler toplumunun, çok yönlü gelişmiş toplumsal bireylerin ileri uygarlığının temelini atar. Sermaye tarihsel mazeretini işte bu işlevinden alır.
III Üretim Aşkına Üretim
- Kullanım Değerinden Değişim Değerine
Doğrudan üreticinin üretimin doğal koşullarından ayrı düştüğü sermaye egemenliği altında, kullanım değerleri ancak değişim değerleri halinde, karlı bir ticaretin konusu olabildikleri ölçüde üretimin de konusu olabilirler. Sermayenin doğasının kaçınılmaz bir sonucu olan bu kısıt, yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin de kök hücresidir.
Üretimin doğal koşulları ile üreticilerin doğrudan birliğinin hüküm sürdüğü toplumlarda, şeylerin insanlar için varoluşu karşılığını kullanım değerlerinde bulur. Burjuva toplumunda ise, kullanım değerini kendisine tabi kılan değişim değeri, şeylerin sermaye için varoluş biçimidir.
Sermayenin kullanım değerini değişim değerine tabi kılmasının kaçınılmaz sonucu, insanın diğer insanlar ve doğayla arasındaki doğrudan ilişkisinin yerini, meta-bağımlı dolaylı ilişkilerin alması; insanın hem kendisine, hem de doğaya yabancılaşmasıdır.
Kullanım değerleri ile değişim değerleri arasındaki çelişki uzlaşmazdır ve doğa ile insan arasındaki metabolik yarılmanın fitilini de bu çelişki ateşler. Ekolojik kriz bu karşıtlığın ürünüdür.
Değişim değerine mübadele edilebilir bir nitelik kazandıran, onda cisimleşmiş soyut emek zamanıdır. Soyut emek, kullanım değerini değişim değerine dönüştürürken doğa ile bağını koparır. Maddi zenginlik içerik kaymasına uğrar. Bir yanılsamadan ibaret olsa da, doğa, zenginliğin kaynağı olmaktan çıkmış görünür.
Burjuva toplumunda zenginliğin kaynağı ve tek ölçüsü sermaye olur. Kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık, böylelikle, doğa ile değişim amaçlı yapılan kapitalist üretim arasında ekolojik krizle sonuçlanacak uzlaşmazlığa kapıyı aralar.
- Kapitalist Üretimin Biricik İtici Gücü, Sermayenin Sonsuz Birikim Arzusudur!
Sermaye, canlı emekle beslenen, birikmiş ölü emektir. Biricik dürtüsü, canlı emek sömürüsüyle sürekli artı-değer üretip kendisine katmak; sınırsız büyümektir. Sermaye toplumunda, doğa dâhil, başka her şey bu amaca tabi olduğu ölçüde anlam ve değer kazanır. Gölgesi para etmeyen ağaç kesilir.
Sermaye varlığını sürdürebilmek, el koyduğu artı-değeri kendisine katabilmek için, her seferinde daha fazla mübadele odağı yaratmak, sürekli genişlettiği, derinleştirdiği pazarda başka sermayelerle baş etmek, onlarla giriştiği rekabeti kazanmak zorundadır. Bu amaçla daha fazla artı-emek emme kapasitesine sahip üretim araçları yaratır, emek üretkenliğini artırır. Bu gelişme, metaların değerini düşürürken, kitlesel üretimin ve ona paralel kitlesel tüketimin önünü açar. İnsan ihtiyaçlarının sermayenin ihtiyaçlarına tabi kılınarak yeniden tanımlanması kaçınılmaz olur. İhtiyaç olmayan ihtiyaçlar türer.
Böylece kapitalist üretime gerçek ihtiyaçlar değil, başka sermayelerle rekabet halindeki sermayenin sonsuz birikim ihtiyacı yön verir. Üretimin yazgısı, toplumsal gereksinmelerce değil, sermayeyi tatmin edecek bir kârlılığa sahip olup olmadığına bakılarak çizilir. İnsan üretkenliğinin ona hizmet eden bir fonksiyonu olmaktan çıkar, tıpkı maddi zenginlik gibi, kendinde bir amaç edinir ve bundan böyle üretim, üretim aşkına yapılır. Bu aşk, emek üretkenliği arttıkça alevlenir.
IV Ekolojik Kriz
- Sermaye Ortak Akıl Üretemez!
Sermayenin sonsuz birikim ihtiyacına tabi kılarak sürdürdüğü üretim aşkına üretim, kapitalistlerin algıladıkları gibi, yalnızca kendi işletmelerinden ibaret bir dünyada, yalıtık süreçler içinde değil, daha ileri bir uygarlığın temeli olarak gelişmekte olan toplumsal bir metabolizmanın zorunlu olarak genişlettiği, giderek pekiştirdiği evrensel bir ağ içinde ve doğanın bağrında gerçekleşir. En küçük ölçekte yapılan üretimin sonuçları bile, evrensel ölçekte diğerleriyle birleşir, birikir ve tek başına hiçbir kapitalistin üstesinden gelemeyeceği ekolojik sorunlara böyle dönüşür.
Üretimin sonuçlarına olan ilgileri, yalnızca satıştan elde edecekleri kârla sınırlı olan kapitalistler, bu sorunlardan, ya kendilerine karşı yürütülen mücadeleler sonucunda doğrudan, ya da bizzat onlara bağlı bilimsel kuruluşlar, çevreci vakıflar veya örgütler aracılığıyla, dolaylı yoldan haberdar olurlar. Her iki durumda da tepkileri göstermeliktir. Göstermelik kalmak zorundadır.
İlk durumda, verilen mücadelenin içeriğine bakarlar. Egemenliklerini tehdit etmeyen, daha çok onları insafa getirmek amaçlı yürütülen, moda deyimiyle “farkındalık yaratmakla” sınırlı mücadelelerden, kendilerini aklamak, düzenin meşruiyetini pekiştirmek, yeni hamlelerini yeşil bir ambalajla sunmak için yararlanırlar; göstermelik demokrasilerine renk ve çeşni katarlar. Bu mücadeleleri yürüten çevrecilere, kâr amacı gütmediği özellikle vurgulanan STK’lara (sivil toplum kuruluşlarına) çoğu kez destek olur, sponsorluk yaparlar.
Sermaye egemenliğine karşı tehdit içeren, yeni bir uygarlık, ekolojik bir toplum perspektifi ile verilen mücadelelere karşı acımasızdırlar; zor aygıtını, devleti yardıma çağırır, zor kullanarak onları bastırırlar. Bastıramadıkları durumlarda, sus payı ödünler vererek “vaziyeti kurtarmaya” çalışırlar. Bu tür durumlar yüzünden, koydukları bütün kurallar, çıkardıkları bütün yasalar, her zaman aşılmalarını sağlayacak görünür- görünmez açık kapılar barındırır. Burjuvazi, işçi sınıfı ile süren kavgasının ona kazandırdığı tarihsel deneyimle, kurallarını böyle koyar, yasalarını böyle yapar; bu, bir yasa koyucu olarak onun yazılı olmayan, ama olanca sadakatiyle uyguladığı hiç değişmeyen yasasıdır. Yine de, çok dara düştüklerinde, sıkça kullandıkları ve oldukça da hünerli oldukları bir başka yol her zaman vardır; asırlarca önce, daha kapitalizmin tarih sahnesine ilk adımını attığı dönemlerde, İngiliz Fabrika Yasaları karşısında yaptıkları gibi, binbir çeşit hileyle, koymak zorunda kaldıkları bütün engelleri aşmayı da iyi bilirler.
İkinci durumda, yani bilimsel veriler ekolojik sorunları bütün çıplaklığıyla ortaya serip, kaçamayacakları bir tablo oluştuğunda, gayretkeş bir çabaya girmiş görünürler; raporlar, toplantılar, zirveler birbirini kovalar. Çok önemli kararlar alınır; belgeler imzalanır; sözler verilir. Ama sonuç nedense değişmez. Sorunlar -üstelik de büyüyerek- devam eder; cin fikirli bilim insanlarının -karbon borsası örneğinde olduğu gibi- parlak buluşlarıyla sorunların kendisinin ticarete konu edilmesi hariç, bütün o şaşaalı koşuşturma, büyük sözler, hep göstermelik kalır. 1968 yılında kurulan “düşünce kuruluşu” Roma Kulübü’nün 1972’de basıp dağıttığı, ekonomik büyümenin aynı tempoda sürdürülemeyeceğine dikkat çekerek, aksi halde hem kaynakların tükenmesi, hem de çevreye verilen tahribat yüzünden sistemin 21. yy sonuna doğru çökeceğine işaret eden Büyümenin Sınırları başlıklı raporundan bu yana, işler aşağı yukarı bu minvalde yürümüştür.
Fosil yakıtların artan kullanımıyla atmosferde yoğunlaşan sera gazları sonucu yaşanmakta olan küresel iklim değişimi, dünyayı hızla geri dönülmez bir eşiğe sürüklediği nihayet genel kabul gördüğü için, hakkında en fazla “farkındalık” yaratılmış ekolojik sorundur. Ne kadar zamanımız kaldı, bilmiyoruz. En iyimser kestirimler, radikal önlemler alınmadığı, sera gazları salımı düzeyi hızla 1990’daki düzeyinin altına çekilmediği koşullarda, 10-15 yıl sonra, pek çok coğrafyanın yaşanabilir niteliğini kaybedeceği, türlerin ve eko-sistemlerin pek çoğunun ortadan kalkacağı, durumu daha da kötüleştirecek zincirleme reaksiyonların tetikleneceği farklı bir dünyada yaşıyor olacağımızı söylüyor. Kötümserler ise, böyle bir zamanın kalmadığı, kritik eşiğin çoktan aşıldığı yorumunu yapıyorlar. Daha vahimi, bu kestirimlerin sıradan insanlarca değil, bütün zamanlarını bu soruna ayıran, gözleyen-araştıran bilim insanlarınca yapılıyor olmasıdır!
Ne var ki bu vahamet, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 1979’da I. Dünya İklim Konferansı’nı toplamasının, Birleşmiş Milletler bünyesinde Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli’nin süreklilik kazanmasının ardından, 1992’de altına 160 ülkenin imza koyduğu Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, 1997’de ona eklenen Kyoto Protokolü, bunların hiçbiri, hiç de kısa sayılamayacak oldukça kıymetli bir zaman diliminde sorunun kalıcı çözümü yönünde somut bir adım atılmasını sağlayamadı.
Onca yaratılan “farkındalığa” rağmen, 2009 sonunda toplanan Kopenhag İklim Zirvesi tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Kapitalistler ve onların sözcüleri sorunu gerçekten çözmek bir yana, kamuoyunu yatıştırmak adına, göstermelik de olsa, kayda değer bir adım atmakta ortaklaşamadılar.
Ortaklaşamazlardı!
Çünkü sermaye, hem mübadele edeceği, hem de rekabete gireceği başka sermayeler olmadan devinemezdi. Bu yüzden kapitalistler, sürekli farklılaşan yaşamsal çıkarlarından vazgeçemiyor, göstermelik adımlar için bile olsa, insanlığın ortak yaşamsal çıkarları için bir araya gelemiyorlardı.
Onların faaliyetine yön veren ilke; bütün uygar görünüm ve söylemlerinin, sahte gülümsemelerinin ardında saklanan, ama incir yaprağı ağdalı diplomatik metinlerinin boş umut ve temenniden ibaret satır aralarında çırılçıplak sırıtan en temel ilkeleri: bellum omnium contra omnes! (herkesin herkese karşı savaşı!) engeldi biraraya gelmelerine.
Ekolojik sorunlarla baş edebilmek, ortak bir aklı gerektiriyordu ki, bu, sermayenin doğasına aykırı, onda olmayan bir nitelikti.
- Doğa ve Sermaye Uzlaşmaz Niteliklere Sahiptir!
Sermayenin karakterini belirleyen başlıca nitelikleri, türdeşlik, bölünebilirlik ve sınırsızlıktır. Bu nitelikler, kaynağını değerin özünden, yani metada kristalize olmuş toplumsal olarak gerekli soyut emek zamanından alır.
Maddi üretimin, yani bütün toplumların maddi servetinin zorunlu koşulu olan doğanın karakteristik öğeleri ise, sermayenin tersine, çeşitlilik, bütünlük ve sınırlılıktır. Doğa bu nitelikleriyle devinir, evrimini sürdürür.
Sermaye kendisi nasılsa, dünyayı da öyle görür ve doğa üzerinde kurduğu egemenliğin zafer sarhoşluğu içinde onu “kendi hayalindeki dünya ile” değiştirmeye çalışır. Doğa ise, giderek onu yok etmeye dönüşen bu araçsallaştırmanın, umursamazlığın faturasını yazmakla meşguldür.
Sermayenin kendi sonsuz birikim ihtiyacına tabi kıldığı, tek itici gücü kâr olan kapitalist üretim sürecinde, üretimin doğal koşulları aracılığıyla, doğa da sermayenin hizmetine koşulur. Sermaye ve doğa, birbirleriyle zorunlu, ama karşıt nitelikleriyle de uzlaşmaz bir ilişkiye, daha doğrusu çatışmaya girer.
- Metabolik Yarılmanın Ekolojik Krize Dönüşmesi Kaçınılmazdır!
Örneğin, doğal seçilimin önkoşulu olan çeşitlilik, sermayenin tek boyutu kâr olan doğrusal üretim mantığıyla asla uzlaşmaz. Kârlılığını devam ettirdikçe, tek tip (monokültür)üretimin sonuçları, -bitki dokusunun bozulması, toprağın soyulup yoksunlaşması vb.- sermayenin türdeş dünyasında karşılık bulmaz.
Geleneksel ıslah yöntemleri, sermaye için oldukça yavaştır ve yeterince de “verimli” (kârlı okumak gerekiyor) değildir, bu yüzden onu kesmez. O daha “verimli”, “yüksek” teknoloji ürünlerine gereksinim duyar. Bu iş için bilim emrindedir. Çağımızın Prokrustes’i emir verir; demirden yatağa değil ama “verimlilik” cetveline vurulan doğa, hizaya çekilir. Hepsi bir boya gelmesi gerekiyorsa, uzunlar kesilir, kısalar eklenir. Eğer daha daha “verimli” olacaksa da, daha daha “yüksek” bir teknolojiyle, hepsi bir boyda yeniden yaratılır.
Benzersizlik, evrimin itici gücü, bütünün bir ürünüdür ve ancak bütünün içinde varlığını sürdürebilir. Doğanın bütünselliği, doğada herşeyin birbiriyle bağlı olduğu gerçekliği de, belki de en güzel ifadesini, benzersizliğin aracı olan genlerde bulur. Genler, verili işlevselliklerini, ait oldukları genomda, organizmanın diğer genleriyle birlikte, bir bütünsel ilişkiler ağı içinde yerine getirir. Bu ilişkiler ağı, genin ait olduğu organizmanın, doğanın bir parçası olarak geçirdiği milyonlarca yıllık evriminin ürünüdür. Ancak, bu katı bilimsel gerçek, sermayenin geni kendi ilişkiler bütününden koparıp, bir başka ilişkiler zincirine taşıyarak metalaştırmasına engel değildir. O cüretlidir, kârlı olup olmadığı hariç, eyleminin sonuçlarına aldırmaz. Keser ve yapıştırır. Benzemezliğin doğal aracı, tıpkılaştırmanın aracı yapılır. GD (genetiği değiştirilmiş) gıdalar sermayenin bölünebilirlik geninin, doğanın bütünselliğine meydan okuduğu ürünlerdir.
GD gıdalar, önü alınmadığında, hızla, türlerin çeşitliliğinin canına okuyacak, insan dâhil, ayakta kalacak olanları da geri dönülmez, sonu belirsiz bir maceraya sürükleyecek potansiyel bir tehdittir. Bu niteliğiyle, küresel iklim değişiminin ikiz kardeşi, insan eliyle canlı yaşamı geri dönülmez bir başka eşiğe sürükleyen küresel bir sorundur.
Sermayenin bu meydan okuması istisnai değil, onun doğasından kaynaklanan, kaçınamayacağı sıradan bir halidir. Doğayı ve insan topluluklarını, -adı ulus ya da ülke olsun fark etmez- yapay çitlerle bölerek, insanların ellerine renkli bayraklar tutuşturup, onları kendi kavgasının sıradan araçlarına dönüştürdüğü sayısız savaş, sermayenin bölünebilirlik niteliğine, en çarpıcı, en trajik ama sıradanlaşmış örnekler değil midir?
Akarsuları alalım, ticaret sözkonusu ise, onun doğal bir su kaynağından, ya da yüksek dağların tepelerindeki su rezervuarlarından hareketine başlayıp, nihayete erinceye değin geçtiği vadiler ve ovalar, içindeki çevresindeki bitki ve canlılarla bir dizi eko-sistemin parçası, onları birbirine bağlayan hayat damarı olduğu unutulur. Sermaye için artık o, basitçe bir akan-sudur, üstelik artı-değer kaynağı iken “boşuna akan” bir su.
Gelelim doğanın sınırlı olduğu gerçeği ile sermayenin doğrusal üretim mantığını şekillendiren sınırsız biriktirme ihtiyacı arasındaki çelişkiye. Ötekilere göre, sermayenin ürettiği yabancılaşmış faaliyet, en ölümcül sonuçlarını burada verir. Burjuvazinin -içinde gelişmiş kapitalist yörelerin diğerlerinin aleyhine yaklaşık üç misli bir eşitsizliği gizleyen- kendi verileriyle, 2007 yılı itibarıyla, kapitalist üretimin ekolojik ayakizi, dünyanın biyolojik kapasitesini %50 aşmış bulunuyor. Yani daha sade bir anlatımla, bir dünya mevcutken, sermaye bir buçuk dünya tüketiyor ve tükettiriyor.
1861’den bu yana geçen 150 yılda petrolün dibi göründü. Sanayileşmede başlangıç noktası olarak alınırsa, 1763’den bu yana çok geçmedi, kömür yataklarının aynı hızla tüketildiğinde en fazla iki asırlık ömrü kaldı. Tabii, daha önce bu hesapsız tüketimin doğrudan sonucu olarak yaşanan küresel iklim değişimi, canlı yaşamın sonunu getirmezse! Çünkü sermayenin doymak bilmez iştahının sonucu, sadece sınırlı olanın tüketilmesinden ibaret değil!
Sermaye egemenliğinin doğurduğu ekolojik sorunlar, onun ekolojik ayak izinin dünyanın biyolojik kapasitesini zorlayan sonuçlarıyla sınırlanarak, salt niceliksel bir hesabın konusu olarak ele alınamaz. Kritik eşik olgusunun bir tartışma konusu olmaktan çıkıp, bilimsel olarak gözlenen bir gerçekliğe dönüşmüş olması, bunun açık bir kanıtıdır.
Doğa, kısa-uzun birçok döngüsel süreç içinde kendisini yeniden üretir. Canlı yaşam bu döngülerin harmonisinin ürünü, dinamik bir denge tarafından koşullanır. Önceliği bu harmoniye değil de, kendi sonsuz birikim ihtiyacına veren sermaye için, doğal koşulların artı-değer üretiminin zorunlu aracı olmaktan başka bir anlamı yoktur. Emeği boyunduruk altına alan sermaye, kaçınılmaz olarak doğayı da boyunduruk altına almak zorundadır. Öyle de yapar; doğaya kendi koşullarını dayatır.
Örneğin, bir karbon atomunun karbondioksit molekülü olarak salımının ardından, üretildiği sürece bağlı olarak, atmosferde kalma süresinin 5 ile 200 yıl arasında değiştiği bilgisi sır değilken, sermaye tarafından dikkate alınmaz. Bir galon benzinin, eski çağlarda doksan ton bitkinin fosilleşmesi ile oluştuğu bilgisi de, sermayenin doğrusal büyüme çizgisinde en ufak bir tereddüde, ikircime yol açmaz. O, yaklaşık 400 milyon yılda depolanmış güneş enerjisini, “verimlilik” adına tüm olanaklarını seferber ederek, mümkünse en kısa zamanda tüketmek için, zamanla yarışa girer.
Bu örnekte olduğu gibi, sermayenin tatminsiz sonsuz birikim arzusunun doğrusal üretim kılıcı, karşı karşıya geldiği bütün doğal döngüleri boydan boya keser, onları parçalar. Sonuç; bir bütün halinde devinen doğanın döngüsel harmonisinin, canlı yaşamın devamına da olanak tanıyan ve oluşması görece uzun bir zaman almış dinamik dengesinin bozulmasıdır. Dünyayı geri dönülmez bir eşiğe sürükleyen küresel iklim değişimi, işte böylesi bir sürecin ürünü, nitel bir değişimdir.
Özetle, sermayenin sınırsız büyüme eğilimi ile bu büyümenin araçları olan kullanım değerlerinin üretiminin verili doğal ve toplumsal koşullardaki sınırı arasındaki çelişki, sermayenin doğrusal yeniden üretiminin hızı ile doğanın döngüsel yenilenme hızı arasında, uzlaşmaz bir çelişkiye dönüşür.
Bu çelişkinin bütün sonuçları zaman içinde birikerek, sermayeye dayalı üretimin doğal sınırlarını görünür kılan ekolojik bir krize yol açar.
V Çözüm: Toplumsal Devrim
- Yetmişli Yıllarda Yaşanan Kırılma
Burjuva toplumunun ekolojik ayak izi, dünyanın biyolojik kapasitesini yetmişli (1970-80)yılların ortalarından başlayarak geçmeye başlamış; o gün bugün, makas açılmış; biriken sorunlar ekolojik bir krize dönüşmüş; dünya geri dönülmez bir eşiğin önüne sürüklenmiştir.
Metabolik yarılmanın yetmişli yılların ortasından başlayarak ivme kazanması, sermaye egemenliği altında “nasılsa bir gün gerçekleşecekti” sadeliğinde açıklanacak bir gelişme değildir. Kapitalizmin tarihsel sınırları ile doğal sınırları arasındaki bağ, aynı zaman diliminde, bu kırılmayla görünürlük kazanmıştır. Anlamak için, sözkonusu yıllarda üretim sürecinde meydana gelen, doğanın sömürüsüne-yıkımına ivme kazandıran değişikliklere ve bu değişiklikleri doğuran bir başka kırılmaya bakmak, onu anlamak gerekiyor.
Yetmişli yıllar, kapitalist gelişmenin dördüncü uzun dalgasının, -“altın yükseliş” dönemi olarak da bilinen- yükseliş evresinin (1940-1968) tükendiği, sünerek bugünlere kadar uzayan aşağı doğru olan etabının uç verdiği yıllardır. Halen devam eden ve giderek depresif karakter kazanan bu evre, sermayenin bütün çabalarına, gelişmiş araç ve olanaklarına, elini rahatlatan (reel sosyalizmin çöküşü) gelişmelere karşın, daha önceki aşağı dalgalarla (sırasıyla, 1826-48; 1873-93; 1914-40) kıyaslanmayacak ölçüde uzamış; öncekilerden farklı olarak, kapitalizmin tarihsel sınırlarını görünür kılan işaretler vermeye başlamıştır.
Değer yasası, kapitalizmin ekonomik kategorilerini organik olarak birbirine bağlayan, sermayenin yeniden üretimini sağlayan temel ilişkiyi açıklar. Kapitalist üretim tarzının temel direğidir. Değer yasasının çalışmadığı koşullarda, sermayenin yeniden üretimi gerçekleşemez.
Kapitalizmin tarihsel sınırları, değer yasasındaki teklemelerin giderek sistematik kazanmasıyla görünür olur.
Değer yasasını işlevsiz kılan, altını oyan, gerçekte onsuz yapamayacak olan sermayenin kendisinden başkası değildir. Tek başına alındığında, artı-değer üretimi, sermaye için alınan riskten başka bir anlam ve değer taşımaz. Artı-değer üretimini anlamlı kılacak olan, onun gerçekleştirilerek, sermayenin ana gövdesine katılmasıdır. Bu işlem mübadele alanında, yani pazarda gerçekleşir. Pazar, aynı zamanda, sermayelerin birbirleriyle hem mübadeleye, hem de rekabete girdikleri yabancılaşmış toplumsal ilişkiler ağıdır.
Sermayenin deviniminde, onun içsel dinamiğinin dışa vuran yüzü olan rekabet, özünde bir güç ilişkisidir. Sermaye için bu ilişkiden sağ çıkabilmenin kalıcı yolu, metaların toplumsal olarak gerekli ortalama soyut emek miktarından daha az bir emekle üretimini sağlayacak emek üretkenliğine sahip olmaktır. Yetmez, ayrıca emek üretkenliğindeki artışın süreğen kılınması da zorunludur.
Sermaye, emek üretkenliğini, genellikle birlikte kullandığı şu iki yolla arttırır: Birincisi, bilimsel bilginin yeni teknolojilerin uygulanmasıyla, birim zamanda daha fazla emek soğuran üretim araçlarının geliştirilip üretim sürecine aktarılmasıdır. İkinci yol, gelişmiş toplumsal işbölümünün bizzat kendisinin emek üretkenliğini artıran bir üretici güç olarak emek sürecinin örgütlenmesine uyarlanmasıdır.
Ancak, bir engeli aşarken aynı zamanda kendisine sürekli yeni engeller koymaya alışık olan sermaye, emek üretkenliğini biteviye artırırken, bu defa, aşamayacağı bir engelin mimarı olur. İnşası kapitalizmin bütün gelişme tarihine yayılan bu engel, kapitalizmle birlikte gelişir, olgunlaşır ve onun tarihsel sınırını oluşturur.
- Eksik Tüketim ve Pazar Sorunu
Emek üretkenliği arttıkça, sermaye, kendi eliyle tek hayat kaynağı olan canlı emeği üretim sürecinden tasfiye eder. Böylece farkında olmadan kendi maddi temelini daraltır. Sonunda emek üretkenliğinde öyle bir düzeye erişilir ki, metalarda cisimleşen emek miktarı, oldukça düşük oranlara geriler. Artık, toplumsal serveti metada cisimleşen emek değil, üretim sürecine uygulanan bilimsel bilginin ve toplumsal işbölümünün yoğunluğu belirler. Sermayeye dayalı üretim çökmeye, kapitalizmin tarihsel sınırları görünmeye başlar.
Yetmişli yıllarda başlayan kriz, emek üretkenliğinde başlattığı büyük sıçramayla kapitalizmi tarihsel sınırlarına doğru hızlandıran bir değişimi de tetiklemiş, kapitalist gelişmenin tarihinde önemli bir kırılmaya yol açmıştır.
Azalan kâr oranlarının belirginleştiği kriz dönemlerinde, sermaye yönünden kâr oranlarını arttırmanın yolu, sınıf mücadelesinin somut koşullarına bağlı olarak, sömürü oranını (artı-değer oranını) mutlak, ya da nispi olarak artırmaktan, böylece zorunlu emek (ücret) ile artık emek arasındaki oranı, zorunlu emek aleyhine değiştirmekten geçer.
İşçi sınıfının sermayeye karşı mevzilerini henüz koruduğu, üstüne yeni mevziler arayışında olduğu yetmişli yıllarda, sermayenin düşen kâr oranlarına başlangıçta verdiği tepki, daha çok sömürü oranını nispi olarak artırmak yolunda olmuştur. Yarı-iletkenlerin keşfiyle, yonga teknolojisinin olgunlaşması, emek üretkenliğini üstel olarak artıran bilgi-yoğun teknolojilerin üretim süreçlerine uygulanmasını kolaylaştırmış; birim zamanda daha fazla canlı emek sömürüsü olanaklı hale gelmiştir.
Ancak, emek üretkenliğinin devasa ölçeklerde artmaya başlamasıyla kaçınılmaz olarak metalarda cisimleşen emek miktarı da gerilemiş; sermaye sebeplenmeye fırsat bulamadan, üstesinden gelmesi gereken bir dizi yeni sorunla karşı karşıya kalmıştır. İçinde daha az emek cisimleştiği için metalar değer kaybetmiş, fiyatları düşmüştür. Böylece, kâr oranlarındaki düşüşü tersine çevirme sorunu, kitlesel olarak üretilen metaların kitlesel tüketilmesi sorununa dönüşmüştür. Emek üretkenliğinde yaşanan sıçramayla, mevcut aşırı birikim sorununa, şimdi eksik tüketim sorunu da eklenmiş, tersine çalışan mekanizmalara, sermayenin geri çevirme çabalarına rağmen, kâr oranlarındaki düşüş süreklilik kazanmış, tarihsel sınırlar “buradayım” demeye başlamıştır.
Metalarda cisimleşen emek miktarında yaşanan düşüş, sermayenin önüne, eksik tüketim sorununu, öncelikle pazar sorunu olarak koydu. Pazarın hem genişliğine, hem derinliğine büyümesi gerekiyordu, ama nasıl? Baş etmesi hiç de kolay olmayan başka sorunlar ve sınırlar ortaya çıktı.
Yetmişli yıllarda dünya pazarı, -reel sosyalizm dünyası hariç- genişliğine büyüyebileceği sınırlara çoktan ulaşmıştı. Kapitalist sistemle girdiği rekabetin kapitalist sistem üzerindeki dolaylı etkilerinin yanında, reel sosyalizm, fiziksel olarak kapladığı alanla –ki dünyanın üçte birini oluşturuyordu- kapitalist pazarın genişleyebileceği alanı kısıtlayarak yetmişli yıllarda yaşanan kırılmaya doğrudan etki yapmıştır.
Gerçi, seksenli yıllar ve sonrasında reel sosyalizmin çözülmesiyle pazar yeniden genişleyecekti, ama bu ülkelerde yaşayanların temel gereksinimleri iyi-kötü karşılanmıştı. Ayrıca kullanımda olan metaların daha albenili olanlarla değiştirilmesinin önünde kısa erimde çözülmesi olanaksız önemli bir başka engel bulunuyordu: yığınların düşük alım gücü! Belli ki uzunca bir süre daha, tüketim gelişmiş kapitalist ülkelerin tüketim potansiyelince belirlenecekti.
- Tarihsel Sınırlar Doğal Sınırları da Görünür Kılar!
Sermaye kolları sıvadı ve eksik tüketimin üstesinden gelecek çözümler üretmeye koyuldu. Tarihsel sınırların çekim alanında bu çözümleri yaşama geçirdikçe de, doğal sınırlarıyla tanışmaya başladı.
Çünkü sermayenin bulduğu bütün çözümlerin özü, emek üretkenliğiyle alevlenen üretim aşkını daim kılabilmek için, tüketim aşkıyla alevlenmiş tüketiciler yaratmak ve onları daim kılmaktan ibaretti.
Bu çifte aşkın bütün kahrını ise bedava el koyduğu doğa çekecekti. Tabii daha sonra tüm insanlığa ekolojik kriz olarak fatura edilmek üzere…
Bütün metaların kullanım ömürleri kısaldı, kitlesel üretimin ve elbette kitlesel tüketimin önü açıldı.
Yetmedi, yeni geliştirilen ürünler, gelişmiş halleriyle değil, taksit taksit tüketime sokuldu.
Yetmedi, ihtiyaç olmayan ihtiyaçlar türetildi. Gereksiz yapılan işlere, yeni gereksiz işler, sektörlere, gereksiz sektörler eklendi.
Yetmedi,yerine yenisi icat edilen eski lüksler sıradanlaştırıldı, geniş yığınlara toplumsal refah artışının bir meyvesi olarak sunuldu.
Yetmedi, özelleştirmeler aracılığıyla, bakir alanlara el atıldı, ormanlara, suya el kondu, doğal yaşam alanları parsellendi.
Hepsi, gerçekte sermayenin entelektüel zor araçları olmaktan başka bir işlevi ve kullanım değeri bulunmayan, bu yüzden gereksiz sektörler arasında yer alan reklâm, moda ve promosyon aracılığıyla servis edildi.
İnsan türüne karşı biyolojik bir savaş açıldı.
Bu sektörlerin laboratuarlarında üretilen mikroplar, sokakta dağıtılan kredi kartlarıyla ortalığa saçıldı. Yakalanın iflah olmadığı alış-veriş hastalığı, toplumu böyle sardı.
Öyle söylemiyor muydu Say Yasası? “Her topal satıcının bir kör alıcısı” olacaktı!
Yoksa da yaratılacaktı!
Ana-baba sevgisi, sevgilinin kendisi, geleneği-töresi, insani olan ne varsa, insandan geriye ne kaldıysa işgal edildi.
İnsanın içinde yaşadığını hissettiği, köklerini anımsadığı ölçüde kendisi olabildiği, ağaçların, çiçeklerin, kuşların, böceklerin süslediği doğal piknik alanlarının yerini, camdan ışıltılı vitrinleri, cilalı mermerleri, taze meta kokusu, hiç dinmeyen uğultusu, öğle arası kaçamağı, akşam gezintisi ve hafta sonu eğlencesiyle, meta cenneti kent içi mesire yerleri aldı.
AVM’li yaşam başladı!
Öyle ki insanların zihni, sermayenin tüketim kültürünün işlendiği yap-boz tahtasına dönüştürüldü.
Öyle ki, özgürlük, tüketilenle özdeşleşmiş sosyal statülerin elde edilmesine indirgendi.
Öyle ki, eskimiş ürünleri kullanmaya devam edenler, ellerindekini atmamakta direnenler, kibar yöntemlerle cezalandırıldı.
Hepsi, sermayenin üretim aşkı uğruna, daha fazla tüketim için yapıldı.
Kapitalizmin giderek görünürlük kazanan tarihsel sınırları, böylece gerçek ihtiyaçlardan kopan savurgan bir tüketimin ve onun doğrudan kaçınılmaz bir sonucu olan ekolojik krizin fitilini ateşledi.
Sermayenin tarihsel sınırları, kendisi ile birlikte doğal sınırları da görünür kılıyor; tehlike çanları sadece sermaye için değil, canlı yaşamın kendisi için de çalıyordu.
- Mazeretinin Raf Ömrü Çoktan Doldu! Sıra Kendisinde!
Önündeki her engeli bir başka engel yaratarak aşan sermaye, bu defa birbiriyle sarmaşarak pekişen aşamayacağı çifte engel yaratmıştı. Birisinin-tarihsel sınır- ardında kendisine, diğerinin –doğal sınır- ardında kendisi dâhil, canlı olan kimseye yer yoktu!
Emek üretkenliğinde yaşanan sıçrama, bir yandan sermayenin maddi temelini daraltırken, yaşamsal gereksinmelerin zorunlu üretimi için gerekli olan zamanı da olağanüstü azalttı. Entelektüel faaliyetin egemen sınıfın tekelinden kurtarılmasının, bu faaliyet için bütün insanların yeterince boş zamana sahip olabilmesinin nesnel koşullarını yarattı. Emeğin, zorunluluğun ve günlük kaygıların tutsağı olmaktan çıkıp, kendisinin yaşamsal bir gereksinime dönüşeceği özgürlük âleminin kapısı aralandı. Özel mülkiyetin ve sınıfların varoluş gerekçesi işbölümünün maddi temelini ortadan kaldıran sermaye, böyle yaparak kendi tarihsel mazeretine de son vermiş oldu.
Şimdi, taşların yerli yerine oturmasının önündeki biricik engel, sermayenin mazeretini dolayısıyla meşruiyetini yitirmiş egemenliğidir.
Bu egemenlik altında:
- Sermaye zihinsel faaliyeti yalnızca tekeline almakla kalmamış, doğaya yönelik yıkıcı bir faaliyete dönüştürmeyi de başarmıştır.
- Toplumsallaşmış üretim ile özel mülk edinmeye dayalı kapitalist üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin doğrudan sonucu olan üretici güçlerin daha fazla gelişmesinin engellenmesi, nicel değil nitel bir sorundur ve en fazla kendisini, en büyük üretici güç olan insanın nitel gelişiminin engellenmesinde gösterir.
- İnsanın ebedi özgürlük arayışında bir sıçrama yapması için bütün koşulların yeterince olgunlaşmasına rağmen, sermaye zorun bütün biçimlerini kullanarak, toplumsal zenginliğin ölçüsünün emek süresi olmaya devam etmesinde diretir; onun yerini içinde insanların potansiyellerini gerçekleştirirken, üretim sürecinin en gelişkin üretici gücüne dönüşecekleri boş zamanın almasını önler.
Bu yüzden, dünya emek cumhuriyetinde yeri olmayan, gereksiz sektörlerin başını savaş sanayi çekiyor. Bilim insanlarının yarısı bu sektörde, insanlığın çıkarları için değil, doğanın ve toplumun fiziksel imhasının en yıkıcı yollarını bulmak için çalışıyor; araştırıyor, üretiyor. İnsanlığın entelektüel kapasitesi havaya savruluyor!
Bu yüzden, sermaye egemenliği altında, boşa çıkan zaman, insanın özgürlüğünün değil, geçim araçlarından tümüyle koparılmanın, kitlesel işsizliğin, yoksulluğun ve sefaletin aracı oluyor!
Ve işte bu yüzden, işgünü süresi, kapitalizmin ilk günlerinde olduğu gibi, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında hala en şiddetli kavgalara konu olmaya devam ediyor!
- Boş Zamanın Kazanılmasında Her İleri Adım, Komünizme Doğru Atılmış Bir Adımdır!
İşgününün kısaltılması mücadelesi, burjuva “ekonomi politiğini oluşturan kör arz ve talep yasası ile işçi sınıfının ekonomi politiğini oluşturan toplumsal öngörüyle denetlenen toplumsal üretim arasındaki büyük bir karşılaşma” olduğu, işçi sınıfının merkezileşmiş kolektif mücadelesini gerektirdiği için, işçi sınıfının politik mücadelesinde onun siyasal bilincini pekiştiren önemli bir cephedir. Ama önemi bununla sınırlı değildir.
Çünkü o aynı zamanda;
Ekolojik bir toplumun devrimci-eleştirel, pratik kurucu faaliyetine daha fazla kolektif zaman kazanmak için;
En gelişmiş üretici güç olarak insanı, toplumun ve doğanın birlikte sürdürülebilir evriminin güvencesi yapacak ekolojik bir kültürün temellerini şimdiden atabilmek için;
Boş zamanın ele geçirilme mücadelesidir.
Sermayeyi tarihsel sınırına taşıyan kırılma, bu defa onuntarihsel mazeretini “her gören göz, her duyan kulak” için geçersizleştirirken, insanlığa doğa ile yeniden buluşmasının, doğal sınırları ötelemenin ve ekolojik krizi alt etmenin, kritik eşiği önlemenin anahtarını da veriyordu.
Şimdi insanlık;
Dünden daha fazla, sermayeye dayalı üretimin doğa üzerindeki yıkıcı sonuçlarının ampirik bilincine sahip!
Dünden daha fazla, bu sonuçların üstesinden gelebilmenin bilimsel bilgisine, teknik araçlarına sahip!
Ancak başarının olmazsa olmaz bir önkoşulu var:
Sermaye egemenliğine son verecek, yeni bir uygarlığın, ekolojik bir dünya toplumunun, yani komünizmin kapısını aralayacak toplumsal bir devrim!
VI Tarihsel Deneyim ve Marksizm
- Reel Sosyalizm ve Ekoloji
Reel sosyalizmin sonuçlarından hareketle komünizmin burjuva uygarlığın ufkunu aşamadığına hükmedilir. Üstelik insan özgürlükleri, militarizm, silahlanma vb. alanlarda kapitalizme yönelik yapılmakta olan ne kadar haklı eleştiri varsa fazlasıyla muhatabı olduğu için, komünizmin insanın özgürlük arayışının bir gün gerçekleşecek ütopyası olamayacak kadar kapitalizmle aynı çamurdan yoğrulmuş olduğu ileri sürülür.
Eleştiri oklarının en sivrilerinin yöneldiği alanlardan birisi ekolojidir. Zamanında eko-sisteminin zenginliğiyle anılan dünyanın dördüncü büyük iç denizi Aral Gölü’nün kuruması ve Çernobil faciası, ekolojik sorunlara en popüler, en çarpıcı ve fazla yorum gerektirmeyen örnekler olarak verilir.
Komünist Manifesto ile –çoktandır kalmamış- ilişiklerini kestiklerini Glasnost ve Perestroyka ile resmen de duyurduktan sonra, yetmiş yıllık deneyimin yağmalanan maddi birikiminin dışında, gerçekte biricik servetleri pişmanlık olanların sözcüsü Gorbaçov’un yazdığı pişmanlık belgesi Yerküre Manifestom’dan daha az popüler olanları da eklemek mümkündür:
Ordu tarafından askeri denemeler için müsadere edilmiş milyonlarca hektar toprak; çeşitliliğin azalması ve milyonlarca hektar verimli toprağın erozyonuyla sonuçlanmış, suni deniz ve dev hidroelektrik santraller hevesiyle inşa edilmiş dev barajlar; monokültür tarımın kısırlaştırdığı ekili alanlar, aşırı ilaçlamalar sonucu yok edilen bitki ve hayvan türleri, tamamen kesilip yok edilen sığ ormanlar vb.
Sonuçlar kimsenin inkâr edemeyeceği yalınlıkta ve ağırlıkta ortada durmaktadır.
Herbiri bizler için yeterince acı vericidir. Ama bu acının sermayenin bilinçleri tutsak alan ideolojik silahına, olguların -açıklanması, anlaşılması gereken- asıl gerçekliğinden koparılmasının aracına dönüştürülmesine, dönüşmesine izin verirsek, tarihsel deneyimin mücadele bilincimizi yetkinleştirecek yaşamsal etkisinin de önüne set çekmiş oluruz. İdeolojik alanda özellikle son çeyrek asırdır olan budur. Burjuvazinin yaptığı, yukarıda özetlenen çarpıcı fotoğraf karelerini -ki her alanda böyle binlerce kare bulmakta zorlanmayacaktır- önümüze koymaktan ibarettir. Hem daha kolay, hem de tıpkı emeğin sömürüsünde olduğu gibi, ona görünür bir doğallık kazandırdığı, böylelikle daha sonuç alıcı olduğu için, kareleri birleştirip, bilinçlere ket vurma işini büyük bir keyifle bize bırakır.
Elbette gerçeklere gözlerimizi kapatmayacağız, ama bunların algımızı kör edecek bir acıya dönüşmesine de izin vermeyeceğiz. Bunun için de önümüze konmuş bu fotoğraf karelerini çok daha büyük bir resmin parçaları olarak görmek ve öyle değerlendirmek zorundayız. Ancak böyle, acının algıları kör eden şiddeti, tamamen kalkmasa da azalacak ve deneyim, her yeni hamlemizi çelen bir özgüven yitiminin, ideolojik bir tutsaklığın aracı olmaktan çıkarak, yürüttüğümüz devrimci eleştirel kurucu faaliyetle birleşecek, doğruları-yanlışlarıyla bilincimizi yetkinleştiren bir parçası olacaktır.
Deneyimin böylesi bir bakışla bütüncül bir değerlendirilmesi zorunlu, ama ayrı ve ayrıntılı bir çalışmanın konusu olduğu açıktır. Yine de en genel hatlarıyla da olsa, reel sosyalizmin başarısızlığıyla, yarattığı ekolojik sorunlar arasındaki bağa değinmeden geçmek olmaz.
- Nesnel Yetersizliği Kangren Yapan İki Tarihsel Olgu
Değerlendirmek amacıyla masaya yatırıldığında, reel sosyalizmin onu özgün kılan ve öncelikle göz önünde tutulması zorunlu bir tarihsel gerçekliğe sahip olduğu unutulmamalıdır.
Ekim Devriminin emperyalizmin zayıf halkası olan Rusya’da gerçekleşmesi, iktidarın alınmasında onu başarılı kılarken, kuramsal öngörülerden beslenen bir sosyalist kuruculuk bağlamında aynı avantaj bu defa bir dezavantaja dönüşmüştür.
Bu dezavantaja, onu tarihin en büyük ve uzun sosyalizm denemesinin sonunu getirecek nitelikte bir nesnel yetmezliğe dönüştüren iki tarihsel olgu eşlik etmiştir:
- Devrim için öne atılmayı değil, ama sosyalizmin nihai zaferini, gelişmiş kapitalist ülkelerde (o zaman Avrupa’da) gerçekleşecek ve devrimini yapmış bir Rusya’da kendilerini içine alıncaya kadar dayanacakları bir Dünya devrimine bağlayan Bolşeviklerin bu öngörüsü gerçekleşmemiş; Ekim Devrimi yalnız kalmıştır.
- Ekim Devrimi, sekiz yıl süren bir savaşın tam ortasında (1914-18, Birinci Savaş, 1917-22 İç Savaş) gerçekleşmiş; savaşın yıkıcı sonuçları, kuruculuk faaliyetinin üzerinde yükseleceği zayıf maddi teknik temeli hepten yok derekesine düşürmüştür. İkinci ve daha büyük yıkıcı bir darbe İkinci Savaşla birlikte gelmiştir. Kapitalizm, kendi öz çocuğu olan Nazi vahşetine Sovyetleri yıkması için göz yummuş; bir taşla iki kuş vurmak istemiştir. Sovyetler Birliği, tarihin gördüğü en büyük direniş destanıyla bu beklentiyi boşa çıkarmış; ama zaferin bedeli oldukça ağır olmuştur. Sanayi kapasitesinin kurulu olduğu coğrafyada gerçekleşen savaş, bu kapasiteyi büyük oranda imha etmiş; ek olarak Sovyetler, nüfusunun yüzde 15’ine karşılık gelen ve içinde proletaryanın öncü unsurlarını barındıran 20 milyonu aşkın evladını yitirmiştir.
Yüzde 90’ı geniş köylü yığınlarından oluşan bir okyanusta, konumlarını “ bir su damlası” olarak nitelemelerine karşı, büyük özgüven ve cesaretle ileri atılan komünistler, 1917 sonrası yalnız kaldıklarında, kapitalizmin kendilerine bıraktığı ve hiç hesapta olmayan devasa bir işe girişmek zorunda kaldılar: sosyalizmin maddi teknik temelini atmak! Kuruculuk dönemi için bel bağlanan Dünya devrimi gerçekleşmeyince, gelişmiş kapitalist ülkeleri yakalayıp geçmek, hesapta olmayan bu kuruculuk faaliyetinin ve bir sonraki devrimci dalgaya kadar ayakta kalabilmenin biricik kurtarıcı ilkesi olarak kabul gördü.
“Kapitalizme yetişip onu geçme” yarışı, öz olarak aynı ölçütleri kullanmaya ve sonuçta kapitalist üretimin insanı doğaya ve kendisine yabancılaştıran mantığına tutsak olmaya yol açtı. Sovyetler Birliği’nde tarımsal alanda Lisenkocu’luğun uzunca bir süre adını duyurması; giderek açılan ücret makası, “artan oranlı parça başı ücret” politikalarıyla birlikte Stakhanov Hareketinin Lisenkoculuğa eşlik etmesi, bu tutsaklığın dışında başka türlü açıklanamaz.
“İnsanın makineye köleliği” olan Taylor sisteminden medet ummak, hem mevcut geriliğin ve yalnızlığın basıncıyla içine düşülen çaresizliği gösteriyor, hem de ironik bir meydan okuyuşu, büyük bir cesareti ve özgüveni. Taylorcu teknikleri Sovyet sanayisine uygulamakla görevlendirilen Merkezi Çalışma Enstitüsü, Ekim Devriminin en kritik dönemi iç savaş yıllarında, 1920’de kuruldu ve hiç de kısa sayılamayacak bir dönem, 1938’e kadar bu işi sürdürdü.
Özgür insanın toplumsal yeniden üretiminin gerçekleşeceği komünist toplumun inşası, o dönem yaygın kabul gördüğü gibi, Rus devrimci atılımının “devrimci” manilovizme savrulmasının panzehiri olacağı düşünülen “Amerikan pratiği”yle birleşerek, üretim araçlarının “Amerikanlaştırılması” ile başarılabilir miydi?
Eğer biçim içerikten bağımsız değilse, bu sorunun yanıtı olumsuzdur.
Bütün emek süreçlerine ait olması doğal ve kaçınılmaz olan teknik ve elbirliği biçimleri hariç, yabancılaşmış ilişkilerin yeniden üretiminde belirleyici işleve sahip emek süreci örgütlenmeleri ve teknikler, kendi bağlamlarından koparılıp, özgürlük arayışının hizmetine monte edilemezlerdi.
Ekim Devrimi, Avrupa’da beklenen devrimin gerçekleşmemesinin ardından, nesnel yetersizliğin ve tecrit edilmişliğin basıncı, emperyalist kuşatma ve beyazların saldırısı altında, önceden hiç hesabını yapmadığı bir sorunun yanıtını acilen ve yalnız başına vermek zorunda kaldı.
Lisenkocu teknikler, Taylorcu ve Stakhanovcu emek süreci örgütlenmelerinin ve açılan ücret makasının eşliğinde, başına “sosyalist” nitelemesi getirilse de o çok iyi bilinen rekabetten başka bir anlama gelmeyen ödüllü yarışların salgıladığı yabancılaştırıcı etkiden Sovyet emekçilerinin kendilerini koruyabilmeleri ne kadar olanaklıydı?
Hesapta olmayan sorunun, devrimi yenilenlerin kültürüne tutsak kılarak, mağlubiyetle sonuçlanmasına yol açan seçeneği dışında, bir başka yanıtı olamaz mıydı?
Devrim, kendi iç enerjisi ile içeriğin sözü aştığı bir başka yanıt üretemez miydi?
- Devrimde Açan Çiçekler: Subotnikler
“İşçi ne kadar çok zenginlik üretirse, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir.”
Bu söz nicel değil, nitel bir yoksullaşmayı ima eder. Buradaki yoksullaşma, artan yabancılaşma sürecinde insani niteliklerini giderek kaybeden insanın, en mükemmel üretici güç olarak çok yönlü gelişiminin engellenmesi ve onun kendisinden uzaklaşırken, gerçekte yaşamın ve maddi zenginliğin biricik kaynağı olan doğadan uzaklaşması anlamına gelir.
Kapitalizm, emeği ve doğayı birbirinden ayırarak, üretimin koşullarını üreticilerin yeniden üretiminin gereklerinden, yani emekçilerin doğal koşullarla olan toplumsal bağlarından koparır, böylece emekçileri doğaya karşı kayıtsız kılar.
Sermaye kendisini toplumsal bir ilişki olarak yeniden üretirken, yarattığı kültürle, kapitalist üretim ilişkilerinin, emekçiler tarafından doğa yasaları gibi algılanmasını sağlar.
Bütün bu nedenlerle, maddi teknik temelinin inşasının da bir önkoşulu olarak komünizm, insan bilincinin bu kayıtsızlığın ve yanılsamanın tortularından yığınsal ölçekte arındığı evrensel ve tarihsel bir geçiş dönemine gerek duyar.
Bu geçiş döneminin tek güvencesi, kayıtsızlığından arınmış ve çok yönlü gelişmiş toplumsal bireylerin en mükemmel üretici güç olarak üretim sürecinde üretimin koşulları ile doğrudan buluşmalarıdır.
Devrimci durumlarda kabaran coşku ve artan yığın enerjisi, kurucu özneye böylesi bir arınmayı yığınsal ölçekte sürekli kılabilmenin fırsatlarını sunar. Bunlar devrim günlerinde açan devrim çiçekleridir.
Devrimci coşkunun yığınların bilincinde sıçramalı değişimlere kaynak olduğu devrimin ilk yıllarında hızla yayılan “subotnikler” (Komünist Cumartesiler) nesnel yetersizliğin aşılmasında, belki Taylorcu teknikler kadar “hızlı” değil, ama tam da geçiş dönemine karşılık gelen ve yüksek bilinç gerektiren kurucu bir faaliyetin aracı olabilirlerdi.
Ne var ki, iç savaş sonrası kıtlık, açlık, yoksulluk ve kitlesel ölümler halini alan nesnel yetmezliğin beklemeye tahammülü yoktu ve geçici bir ödün olarak başlayan, bir tür devlet kapitalizmi olan NEP’le birlikte subotnikler, yani Ekim Devriminin çiçekleri, yayıldıkları hızla kayboldular ve bir daha da açmadılar.
Aynı yetmezliğin basıncı, tıpkı subotnikler gibi açan bir başka devrim çiçeğinin, fabrika komitelerinin de suyunu kesti, onları kuruttu. Devrimin ilk yıllarında işçi sınıfının bilincinde yaşanan sıçrama, kendilerine boş zaman yaratmak için işyerini tatil etmiş bir fabrika komitesine üye emekçi bir kadının Nadejda Krupskaya ile girdiği diyalogda, yaptıklarını çok doğal bir eylem olarak gerekçelendirdiği şu cümlede dile geliyordu:
“Ne de olsa artık efendi biziz”.
Boş zamanı sahiplenebilmek için üretim araçlarını sahiplenmek gerektiğini çok iyi kavramış olan ve en çok da devrimci durumlarda yığınları saran bir iradeye dönüşebilen bu bilinç, ne yazık ki kapitalizmin Sovyet emekçilerinin sırtına yüklediği işin önünde aşılması zorunlu bir engel, katlanılması mümkün olmayan bir “lüks”tü.
Fabrika komiteleri, üretimin denetiminden uzaklaştırılarak önce fabrika müdürlerinin inisiyatifi altına sokuldu, sonra sendikaların işlevi gözetimle sınırlı uzantılarına dönüştürüldü. Kurudu.
Böyle bir iradenin varlığına yönelik, yaşamın başka alanlarından daha birçok örnek verilebilir. Devrim adına yapılacak her türlü değişime açık olan ve sürekli hareket halindeki komünist kadroların varlıklarından, ilk beş yıllık plan arifesinde kır ve kenti kaynaştırmaya yönelik düşüncelere, sözgelimi, Moskova’yı bir yeşil şehir haline dönüştürüp yel değirmenlerinden enerji üretmeyi öneren mimarlara kadar.
Bir tür hava bisikleti olan ve 1932’de Moskova Güzel Sanatlar Müzesinde sergilenmekten öteye gidemeyen Letatlin belki o zamanlar yaşama geçirilmesi olanaksız bir fanteziydi, ama önemli olan, onun “atmosferi petrol dumanlarından kurtarma, kentlerin gürültü ve kalabalığını hafifletme” düşüncesi ile öne sürülmüş olmasıydı.
Komünizm kuruculuğu gereksinim duyduğu enerjiyi ancak bu iradeden alabilirdi. Bu iradeyle insan doğayla yeniden buluşabilir; komünizme geçiş sürecinde, verimlilik, kalkınma, büyüme vb. kavramların içeriğinin ekolojik dönüşümüne yönelik bir hamleyi başlatabilirdi.
Kuruculuk döneminin biricik güvencesi olan özgür insanın toplumsal üretimi için daha fazla boş zaman yaratılabilir, zorunlu çalışma süreleri ancak böyle bir iradenin varlığında kısalabilirdi. Komünizmin özgür insanına doğru atılacak bu somut adım, belki de o zaman, dünya işçi sınıfı tarafından izlenebilir, komünizmin nihai zaferine doğru evrensel bir ayaklanmaya dönüştürülebilirdi.
Böyle olmadı.
Kapitalizmi yakalamak ve onu geçmek, kuruculuğun diğer alanlardaki faaliyetlerini de belirleyen, biricik temel politikası oldu.
NEP’le başlayan yürüyüş, Glasnost ve Perestroyka ile nihayete erdi.
Marksizm, başarısız sosyalizm denemelerinin sonuçlarından hareketle, “içinden” ve dışından yapılan “ekoloji karşıtlığı” eleştirilerinin haksız yere muhatabı olmuştur.
Yürüttükleri mücadele bağlamında komünistlerle aynı tarafta görünenlerin yaptıkları eleştiriler, dışarıdan yapılan ve öz olarak burjuva kampın -kapitalist üretim tarzının biyosferi tehdit eden sonuçlarına meşruluk kazandırma, kapitalizmin bir tür kendini aklama çabasından öteye gitmeyen- kaba eleştirilerine oranla, daha rafine olmakla birlikte, beslendikleri kaynak ortaktır.
Bu eleştiriler, objektif olarak, reel sosyalizm sürecinde ortaya çıkan ekolojik sorunlardan güç alırlar. Fatura Marksizme kesilirken, sorunların gerçek kaynağı –“kapitalizmi yakalayıp geçme yarışında” yeniden üretilenin sosyalizm değil de kapitalizmin doğrusal üretim mantığı olduğu – da kendisini gizlemiş olur.
“İçeriden” yapılan “ekolojik” eleştirilerin ortak paydasını, onun doğa üzerinde “Prometeusçu” bir egemenlik kurma eğilimi taşıdığı ve bu niteliğiyle doğal sınırları gözetmeyen kapitalist üretimin doğrusal mantığından kopamadığı oluşturur. Bu eleştiri kimi yerde daha rafine biçimler alır. Marksizmin kapitalizmin eleştirel analizini yaptığı soyutlamalarda, maddi üretimin içeriği ile verili tarihsel toplumsal biçimini birbirinden yalıttığı, bu yalıtımın üretimin doğal koşullarını ve oluşan atıkların akıbetini yeterince dikkate almayan bir tür “karşı ekonomi-politik”e dönüştüğü ileri sürülür. Bu yüzden de sorunların birikimiyle baş gösterecek ekolojik bir krizi, Marksizmin ister istemez ıskalayacağı imasına dönüşür.
Bu eleştirilerin haklılığı, teorideki katılaşmanın etki alanından kurtulamayan geleneksel komünist hareketin, kuramsal üretimde üzerine düşen görevi aksatarak, kendilerine yaşama ve yayılma olanağı sağlamış olmasıyla sınırlıdır. Daha fazla değil!
Aksini düşünenler şu iki soruya ikircimsiz, net bir yanıt vermek zorundadır:
Marksizmin kurucularının hemen her eserinin, kapitalizmin insanı ve doğayı sömürüsünün sonuçları bir felaket düzeyine ulaşmadan yıkılacağı beklentisiyle yazılmış olmasını, bugün fazlasıyla gereksinim duyduğumuz bir devrimci iyimserliğin sonucu olarak değil de, eleştiri oklarının hedefi, kuramsal bir gedik olarak görmek ne kadar yerindedir?
Yazgısına direnen sermayenin tarihten çaldığı fazladan zaman içinde, dünyayı ekolojik bir felakete sürüklemesinin kesinlik kazandığı bugün, “neden ekolojik kriz adıyla ayrı bir başlık açılmamış?” sorusuyla aynı kapıya çıkan eleştiriler yapmak; gerçekte, doğal sınırları anımsamanın mutlak önkoşulunun doğa ile yeniden buluşmak olduğunu her fırsatta yineleyen, doğa ile insan arasındaki metabolik yarılmayı tüm devrimci eleştirisinin temeline yerleştiren Marksizme haksızlık yapmak değilse nedir?
Eğer, engelleyecek örtülü ideolojik nedenler yoksa ya da çoktandır burjuvazinin ideolojik saldırı aracına dönüşmüş reel sosyalizmin sonuçlarıyla algılar körelmemiş, bilinçler kararmamışsa, Marksizmin klasiklerinden şu saptamaları bulup çıkarmak, hiç de zor değildir:
- Doğal sınırlar ile üretim biçimi arasındaki ilişki, ancak özgül toplumsal, sınıfsal ilişkilere bağlı olarak açıklanabilir. Sınıf mücadelesinden bağımsız bir doğal sınırlar tartışması tarih dışıdır, kurgusaldır ve bu yüzden de bir gerçekliği yoktur.
- Maddi yaşam ile toplumsal yaşam birbirine karşıt bir ikilik oluşturmazlar. Onlar diyalektik bir bütünün, biri ancak diğeri ile açıklanabilen, karşılıklı birbirini koşullayan bileşenleridir. Bu saptamanın mantıksal sonucu, komünist toplumda doğa ile insanın sürdürülebilir birlikte-evriminin zorunlu ve mümkün olduğudur.
- Kapitalizmden komünizme geçiş, bir devrimci dönüşüm dönemini gerektirir. Böylesi tarihsel bir dönem, diğer nedenlerin yanında, en başta kapitalizmin yarattığı üretim ve tüketim alışkanlıklarıyla sürekli pekiştirdiği yabancılaşmış toplumsal ilişkilerden ötürü bir zorunluluktur.
- Kapitalizmin üretici güçleri ile komünizmin üretici güçleri nitelik olarak farklı olacaktır ve bu fark, doğa ile girilen zorunlu metabolik ilişkiye de, bu ilişkinin sonuçlarına da yansıyacaktır.
Marksizm,çözümlemelerinin özü değişmediği sürece diri kalmasını, insanın özgür etkinliğini odağına alan Epikürcü materyalizmine ve soyutlamalarına bütünsellik kazandıran Hegelci diyalektiğine borçludur.
Kapitalizmin devrimci eleştirisini ele alalım, -tarihsel olarak olgunlaşmış ve ayrıntılarıyla zaten açıklanmış olanlar hariç- öze ait bütün öğeler, bağlantı ve görünümleriyle, açılıp serpilmeyi bekleyen tohumlar halinde bu eleştiriye içkin değil midir?
Manifesto’daki kapitalizm betimlemesinin o günden fazla bugünü anlatıyor olması, bilimsel bilgiye dayalı devrimci diyalektiğin gücü dışında nasıl açıklanabilir?
Gerisi, yani güncelin çözümlemesi, teorinin katılaşmasına izin vermeyecek olan devrimci eleştirel pratiğin işi değil midir?
Hal böyleyse, o zaman, asıl eleştiri konusu, teorinin katılaşmasına izin verenler, Marksizmin temel önermelerinden hareketle, olgunlaşana bile adını bulup koyamayanlar olmaz mı?
VII Ekolojik Bir Toplum Olarak Komünizm
“…burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden üretim ve dağıtım koşullarının tarihsel olduğunu kabul ettiğiniz andan itibaren, onları üretimin doğal yasaları gibi görme hayali yiter ve kapitalizmin bir geçişten ibaret olduğu yeni bir toplumun, [yeni bir] ekonomik sosyal formasyonun manzarası gözler önüne serilir.”
- Komünist Üretimin Amacı Özgür İnsandır.
Komünist toplumda üretimin amacı, aynı zamanda bu üretimin doğrudan öznesinin; evrensel, toplumsal bir ürün olarak özgür insanın üretimidir. Komünist üretim, en gelişmiş üretici güç olarak insanın, gereksinim duyduğu bütün ihtiyaçları karşılama, sahip olduğu tüm potansiyeli gerçekleştirme ve daha da geliştirme olanaklarını yaratmak için doğal koşullar ile doğrudan buluştuğu, emeğin “kendisinin birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği” bir süreçtir.
Burada özgürlükten anlaşılması gereken, insanın kendisi ve doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisine dayalı kurduğu, tarihsel egemenliktir. Tarihsel gelişmenin ürünüdür ve zorunluluğun bilgisi ile sınırlıdır. Komünizme atfen çok yaygın ve yanlış anlaşıldığı ve eleştiriye konu edildiği haliyle, “dilediğini yapma” bağımsızlığı değildir.
Komünist toplumun hiçbir üyesi, toplumsal gücünü ve toplumla olan bağını cebinde taşımaz, çünkü onlar gücünü, yarın kaygısından uzak, özgür yaşamlarından alır ve aralarındaki doğal bağ için hiçbir dolayıma gereksinim duymazlar.
Komünist toplum, yabancılaşmış ilişkilerin bütün tortularından arınmış, onu üreten bütün kaynakları kurutmuş bir toplumdur.
Yabancılaşmış toplumsal ilişkilerden tümüyle arınmış bir toplumda üretim, üretimin doğal koşulları ile doğrudan biraraya gelmiş üreticilerin ortaklaşa denetiminde yürüyen, doğanın ve toplumun birlikte sürdürülebilir evriminin gözetilerek doğal sınırların sürekli ötelendiği bir plan dâhilinde, en az enerji harcamasıyla gerçekleşir.
Gerek kuruculuğun, gerekse de anarşi ve krizlerden arınmış planlı bir üretimin başarısı, devlet mülkiyeti dâhil, bütün yabancılaşmış biçimleriyle özel mülkiyetin yerini toplumsal mülkiyetin almasına ve insanın en gelişmiş üretici güç olarak üretim sürecine katılmasına bağlıdır. Her türlü hazzı tatmış ve en yüksek kültür düzeyiyle donanmış olarak üretim sürecine giren toplumsal birey, onu kendi gelişmiş yeteneklerini sınadığı bilimsel bir egzersize, emeği de yaşamsal bir gereksinime dönüştürür.
Emek süresi ölçü olmaktan çıkar. Maddi servetin tek ölçüsü, toplumsal bireyin kendisini çok yönlü geliştirirken, üretken gücünü de geliştirebileceği boş zamandır.
Kır-kent ayrımına son verilen komünist toplumda, insan soyunun sürekliliğinin vazgeçilemez koşulu olan toprağın soyulmasına, verimsizleşmesine son verilir.
Komünist toplumda yegâne sahiplik hakkı, yararlanma hakkı sahipliğidir. Yeryüzünden yararlanma hakkı karşılıksız değildir. Maddi zenginliğin biricik kaynağı olan doğayı korumak ve gelişmiş haliyle gelecek kuşaklara devretmek, toplumun bütün üyelerinin yerine getirmekle yükümlü olduğu temel sorumluluğudur.
- Komünist Toplumda Artık-Nüfusa Yer Yoktur!
Papaz Malthus, 18. yüzyıl boyunca okyanusun Avrupa yakasındaki nüfus artış oranını yaklaşık yirmi beşe katlayan Kuzey Amerika’nın uçsuz bucaksız verimli topraklar ve bakir kaynaklarının doğurduğu istisnai sonuca bakarak, bilimsel bir kanıta değil ama daha çok kutsal kitabına dayanarak, bir genel nüfus teorisi uydurdu.
Bu teoriye göre, insanların nüfusu üstel olarak artarken, tarımsal üretim aritmetik olarak artıyordu. Sonuçta kıtlık kaçınılmazdı. Malthus,“doğamızın kaçınılmaz yasalarının bazı insanların zaruret içinde kıvranmalarını” gerektirdiğini söylüyordu. “Bunlar hayatın büyük piyangosunda boş çekmiş olan mutsuz kişiler”den oluşan bir artık-nüfusu oluşturuyordu. Artık-nüfus, tüm toplum biçimlerinde geçerli bir olguydu.
Marks, “sermayenin acımasız bakış açısını aynı acımasızlıkla” ifade eden “çocukça ve üstünkörü bir aşırmadan başka bir şey olmadığını” söylediği bu teorinin ipliğini pazara çıkardı.
Marks’a göre, “birtakım bireylerin, ya da nüfusun bir kısmının, …gerek zorunlu araçlardan, gerekse bunları kendi emekleriyle elde etmek imkânından yoksun muhtaç insanlar haline gelmeleri sonucu” doğan artık-nüfus olgusu, kaynağını bütün toplumsal biçimler için geçerli uyduruk bir yasadan almıyor; artık-nüfusun tarihsel sınırları, özgül üretim koşullarınca belirleniyordu.
Daha önceki sınıflı toplumlardan farklı olarak, muhtaç insanların kalmadığı komünist toplumda, artık-nüfus sorunu da ortadan kalkar.
Ancak, İngiliz rahip Towsend’in “…açlık yalnız barışçı, sessiz ve sonu gelmeyen bir baskı olmakla kalmaz, gayret ve çalışmanın en doğal dürtüsü olarak, en güçlü çabayı davet eder" öğüdünü kulağına küpe edinmiş burjuvazi, ipliği pazara çıkmış olmasına rağmen, Malthus’un kıtlık teorisini, anti-komünist bir saldırı aracı olarak kullanmaya devam eder. İnsan ihtiyaçlarının sınırsızlığından hareketle, nüfus artışı ile doğanın sınırlılığı arasındaki çelişkinin komünist toplumda da çözülemeyeceğini ileri sürer.
Bu iddia iki yanılsamaya dayanır: İhtiyaçların sınırsızlığına ve sürekli artmaya devam edecek olan insan nüfusuna.
İnsan ihtiyaçlarının hem nitelik, hem de miktar olarak üretici güçlerin gelişme düzeyiyle değişebilen, ama tarihsel olarak sınırlı bir doğası vardır. Komünist toplumda, en başta ortadan kaybolacak gereksiz işlerden biri olan reklam sektörü de, insan ihtiyaçların bu sınırlılığının kapitalist toplumdaki bir ürünü ve kanıtı değil midir?
Gerçek şu ki, ihtiyaçların sınırsızlığı, burjuvazinin ideolojik olarak yarattığı ve bütün toplumu inandırmaya çalıştığı bir mittir. Kapitalist toplumda sermayenin, sınırsız birikim ihtiyacı ile insan ihtiyaçlarının tarihsel olarak sınırlı doğası arasındaki çelişkinin giderek görünür kıldığı tarihsel sınırlarından kaçış çabasından ibaret, bir tür kendini savunma mekanizmasının ürünüdür.
İkincisi, tüketimin fetiş haline getirildiği kapitalist toplumun bireyleri ile özgürlüğün doğa yasaları karşısında düşsel bir bağımsızlık olmadığının bilincinde olan komünist toplumun üyeleri, nasıl tarihsel olarak iki ayrı insanı tanımlıyorsa, onların ihtiyaçlarının niteliği ve miktarı da birbirinden farklı olacaktır. Komünist toplumda alış-veriş hastalığının olmayacağını söylemek bile, tek başına bu farklılığın anlaşılması için yeterli bir ipucudur.
Doğanın sınırlılığı ile artan nüfus arasındaki çelişkiye gelince;
Zamanın başlangıcından bu yana geçen süreye göre, insan uygarlığının aldığı mesafenin kısalığı ve buradan hareketle (tabii canlı yaşamın önünde engele dönüşmüş sermaye egemenliğinin alt edilmesi koşuluyla) alabileceği mesafe düşünüldüğünde, ihtiyaçların kaynağı yönünden mutlak bir sınırın olamayacağı görülecektir.
Ama o kadar geleceğe gitmeden, kapitalist gelişmenin kimi sonuçlarına işaret ederek, ileri sürülen iddianın temelsizliğini göstermek de mümkündür.
Ortalama insan ömrü uzamasına karşılık acaba gelişmiş kapitalist ülkelerin nüfusu neden gerilemektedir? Yanıt çok muhtemeldir ki, bu toplumlarda ileri düzeyde yaşanan yabancılaşmanın bir ürünü olarak, birbirinden yalıtık yaşamaya alışmış, bencilleşmiş insanların çocuk yapmaktan uzak durmaları olacaktır.
Peki, tam tersi durumda, yabancılaşmanın tortularından arınmış, doğa ile toplumun sürdürülebilir evrimi için bilinçli bir faaliyetin öznesi olan insanların hiç durmaksızın üremeleri için bir neden var mıdır? Yoktur.
Kadın ve çocuğu erkeğin kölesi yaparak özel mülkiyetin tohumunu atmış doğal işbölümünün ardından, bugüne değin aile içinde işgücü olma hüviyetini hiç kaybetmemiş çocuklar, giderek çekirdek ailenin dağılma sürecine girmesiyle birlikte doğan birçok yeni sorunun yanında, ebeveynler tarafından artık işgücü olarak kabul görmüyorlar. Tersine, toplum tarafından hiçbir güvenceleri sağlanmayan, taşınması ağır ekonomik yüklere dönüşerek, nüfus artışının itici gücü olma niteliklerini de yitiriyorlar.
Elbette komünist toplum, çocukların ebeveynlerin bir tür mülkü olmaktan kurtulmalarının bu sefil seçeneği yerine, onları toplumun kendisini yeniden üretiminin meyveleri olarak bağrına basacak, en başından sahip çıkacaktır. Ama bu sahiplenme, yüksek kültür düzeyine ulaşmış, kendilerini çok yönlü geliştirmiş ebeveynlerin sınırsız üremeleri için bir gerekçe de oluşturmayacaktır.
Tam tersine, bu gelişkin özgür bireyler, özellikle de kadınlar, ait oldukları toplumun devinimini sağlayacak oranın üstünde bir nüfus artış talebinin hiçbir biçimde aracı olmayı kabullenmeyeceklerdir.
- Kapitalizmden Devir Alınan İhtiyaçlar
Komünist toplum kapitalist üretim tarzında ortaya çıkan ihtiyaçlar bütününü olduğu gibi ithal etmez. Bu ihtiyaçlar, komünizme geçiş sürecinde iki kategoride devrimci eleştirel kurucu pratiğin ayrışma konusu olur; geliştirilir ya da elenirler.
Birinci kategoriyi oluşturan ihtiyaçlar demeti, yaşamsal gereksinmeler örneğinde olduğu gibi bütün toplumlara özgüdür. Bu ihtiyaçlar, toplumsal bireyin gelişimine paralel, yeni biçimler alır, gelişirler.
İkinci kategoride yer alan ihtiyaçların çoğu, sermayenin gereksinimi olarak türetilmiş, yine sermayenin onlara vermiş olduğu adla ihtiyaç olmayan ihtiyaçlardır. Varlık temelleri kalktığı için, komünizme geçiş sürecinde elenir, kaybolurlar.
Bu iki kategorinin dışında, komünist toplumda, tüm hazları tatmış, yüksek kültür düzeyine erişmiş, yabancılaşmanın tortularından arınarak doğayla bütünleşmiş insanın gereksinim duyacağı ve şekillendireceği, daha çok estetik niteliğiyle öne çıkan yeni ihtiyaçlar doğacaktır. Emek bu ihtiyaçlar içinde birinci sırayı işgal edecektir. Çünkü emek, komünist toplumda insanın sahip olduğu ve sürekli geliştirdiği üretken potansiyelini gerçekleştirmesinin yegâne aracına dönüşecektir.
- Ekolojik Toplumun Temel Ölçütleri
Sermaye egemenliği altında, kapitalizme karşı yürütülen ekolojik toplum mücadelesine ve politik erkin alınmasının ardından komünizmin maddi teknik temelinin ekolojik inşasına yön veren ilkeler, komünist topluma geçişle birlikte bir bütün olarak onun ekolojik yeniden üretiminin temel ölçütlerine dönüşürler.
Bu ölçütlere göre:
- İnsanlığın ve doğanın, uyumlu, sürdürülebilir birlikte-evrimi mümkündür. Komünist toplum, insanla doğa arasındaki metabolik alış-verişi tüm gerekleriyle birlikte bu temel ölçüte göre düzenler. Diğer ölçütleri de bu ilke belirler.
- Ekolojik amaçlar, yerel ve küresel ölçekte ayrıntılı olarak tanımlanır ve toplumun izleyip, denetleyebilmesi için bütün üyeleriyle paylaşılır.
- Ekolojik ve insani değerlerle tanımlanan maddi zenginlik, ortaklaşmış üreticilerin denetiminde, topluluğun genel çıkarları gözetilerek üretilir.
- Gerektiğinde toplumun üretici kapasitesini sınırlamanın, yönlendirmenin yol ve araçlarını içeren herkese açık ekolojik bilgi, eksiksiz toplumun tüm üyelerine iletilir.
- Doğal koşulların, sonuçları belirsiz, riskli kullanımına karşı çıkılır. Riskten kaçınma, hiç risk alınmayacağı anlamına da gelmez. Komünist toplum, alacağı riskin ölçüsüyle ayrılır. Ölçü, alınacak riskin doğal döngüleri kesecek nitelikte bir sonuca yol açmamasıdır. Herkese açık ekolojik bilgi, ilgili ihtiyacın karşılanmasında sınırlar ve seçenekler hakkında içerdiği bilgiyle, alınacak riskin değerlendirilmesinde de tamamlayıcı bir işlev görür.
- Doğanın bütünselliğinin bir gereği olarak, doğal koşulların kullanımında her ölçek ve düzeyde tam, evrensel bir işbirliği yapılır. Bu işbirliği, komünist toplumda, hem üretimin sonuçlarının denetimi, hem de çıkması olası sorunların üstesinden gelinmesi için zorunludur.
- Doğa ve insanın birlikte, sürdürülebilir evrimi için çeşitlilik ve değişkenliğin gözetilmesi zorunludur. Bu ölçütle, doğal seçilimin dinamizmi için olduğu kadar, komünist toplum üyelerinin çok yönlü sağlıklı gelişimi için de uygun koşulların sürekliliği sağlanır.
- Temel ekolojik bir kültür, ekolojik teknoloji ve elbirliği yöntemleri aracılığıyla yeniden üretilir. Üretim alışkanlıklarında yaşanacak sürekli değişimlerle de bu kültür beslenir ve gelişir.
- Komünist Toplumda Teknoloji; Hem Farklı, Hem Daha İleri!
Teknoloji, sermaye egemenliği altında, insanın tarihte ilk kez evrensel ölçekte doğayı denetimi altına almak için eline aldığı, ama burjuvazinin “kar şehvetini tatmin” aracına dönüştüğü için insana ve dolayısıyla doğaya ihanet eden bir kılıç oldu.
Teknoloji, insanın doğaya egemenliğinin kendine yeterlilikle sınırlı olduğu kapitalizm öncesi toplumlarda, insanın hizmetinde bir araç iken, sermayenin boyunduruğunda, insanın araçsallaştırıldığı bir güce dönüştü.
Teknolojinin gelişiminde deneme ve sıçrama tahtası da olmuş emperyalist savaşlar, bu ihanetin ve araçsallaştırmanın açık kanıtı, trajik sonuçlarından en ağırı, insanlığa ödetilen kanlı bedelleridir.
Oysa teknoloji, “doğanın değil, doğayla insan arasındaki ilişkinin denetlenmesinin” aracı olmalıydı. Bu eleştirel bakış, insanın doğa ile zorunlu ve ebedi alış-verişinde, teknolojinin ait olduğu toplumsal dizgenin ürünü olarak işleyeceğini, ondan bağımsız olamayacağını ima eder. İnsanın doğa ile arasındaki metabolik yarılmayı derinleştiren, doğayı sermayenin boyunduruğu altına almanın aracı olarak işleyen teknoloji ile bu yarılmanın sadece sonuçlarını değil, kendisini ortadan kaldırmayı amaç edinmiş, doğa ile toplumun birlikte sürdürülebilir evrimini gözeten bir teknoloji, açıktır ki nitelikçe farklı olmak zorundadır.
Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı konu edinildiğinde, bu fark hemen göze çarpar. Kârlı olduğu müddetçe sermaye, ne fosil yakıtların kullanımının yaratacağı küresel iklim değişimi sorunuyla, ne GD gıdaların doğanın bağrına atılmış, evrimsel zinciri parçalayacak bir bomba olduğuyla, ne de nükleer fisyon santrallerinin radyasyonlu atıklarının gelecek nesilleri ipotek altına sokan riskiyle ilgilenir.
Yeterince kârlı olmadığı için de, ne yenilenebilir enerji kaynakları, ne de taşıdığı potansiyelle, gelecekte önemli bir enerji kaynağı olmaya aday olan nükleer füzyon teknolojisi onun ilgi alanına girer.
Sermayeyi cezbeden durumlarda ise, teknolojinin taksit taksit kullanıma sokulmasından, kullanılan yatırım malları ve işletmeciliğe kadar, bu kaynaklar yeni israf kapılarına dönüşür.
Sermaye teknolojik gelişmeyi kâra endeksli bir “verimliliğe” bağlar ve bu nedenle de gerçekte onun gelişimini engeller. Çünkü karşılaştığı her yol ayrımında, onun tercihi önceden bellidir. Diğer seçenekler gelişme olanaklarını ve oynayacakları rolü daha baştan yitirmişlerdir.
Ekolojik bir toplum olan komünizmde, gerçek insan gereksinimlerinin karşılanması konu olduğu için, daha baştan safdışı olan birçok ihtiyaç olmayan ihtiyaç, savaş ve silah sanayi, moda, reklam vb. gereksiz sektör büyük bir enerji ve diğer kaynak tasarrufu sağlayacaktır. Evrensel ölçekte yapılanmış enerji ağına bağlanan güneş ve rüzgâr santralleri, kalan enerji gereksinimi için fazlasıyla yetecektir.
Termik santrallerin yanında, nükleer fisyon santrallerine de son verilecektir. Yeri gelmişken, burada karşı çıkılanın nükleer enerjinin kendisi değil, onun fisyon santrali uygulaması olduğunu anımsatmak gerekir. Gezegene hayat veren güneşin nükleer enerjiyle ışıdığını biliyoruz. O büyük bir nükleer füzyon santralidir. Nükleer füzyon, nükleer fisyonun taşıdığı riskleri içermez. Bu yüzden komünist toplum nükleer füzyon teknolojisini geliştirir ve uygular. Benzer yaklaşım GDO’lar (genetiği değiştirilmiş organizmalar) için de geçerlidir. Komünistler doğal döngüleri etkileyecek riskli uygulamalar dışında, GDO’ların insanlığın çıkarları doğrultusunda kullanılmasına karşı değildir. Bir dönem tedarikinde çekilen zorluğun GDO aracılığıyla aşıldığı insülin, bu tür kullanıma iyi bir örnektir.
Komünistler, teknolojinin sermayenin çıkarlarına tabi kılındığı, kapitalizme karşı yürüttükleri ekolojik toplum mücadelesinde, naif teknoloji karşıtlığına, Zerzancı romantik bir ilkelciliğe prim vermezler. Doğa ile yeniden buluşmuş insanın hizmetinde, teknolojinin doğa ve insan arasındaki zorunlu metabolik ilişkinin denetim aracı olarak iş göreceği, daha ileri, ekolojik bir uygarlığın bu araç olmadan kurulamayacağını bilirler.
Enerji sorununu, yenilenebilir enerji kaynaklarını evrensel ölçekte merkezi olarak örgütleyerek çözecek olan komünist toplum;
- Planlı bir kentleşme ile kır-kent ayrımına ve dolayısıyla toprakların yoksullaşmasına son verecek, topraktan alınanın ona geri kazandırılacağı bir teknolojiye yönelecektir.
- Gıda üretiminde yeri geldiğinde kapitalizm öncesi tekniklerin kullanımına da açık olacak, ancak yaşamak için zorunlu maddelerin üretiminde tam bir otomasyon sağlayacaktır.
- Sınaî ürünlerin kullanım ömrünün, günümüzdeki eşdeğerleriyle kıyaslanmayacak ölçüde uzun olmasını sağlayacak, böylece hem zamandan, hem malzemeden, hem de enerjiden tasarruf edecektir.
- Ender elementlerin yerine, pratik olarak tükenmesi olanaksız elementlerin kullanımını, sınırlı elementlerin kullanımının kaçınılmaz olduğu hallerde ise atıkların tümüyle geri kazanımını sağlayacak teknolojiler geliştirecektir.
Komünist toplumda teknoloji, doğa ile insanının birlikte evrimini gözetirken, hedefi daha fazla boş zaman üretmek olacaktır. Daha fazla boş zaman, kendini her yönden daha iyi donatmış en mükemmel üretici gücün, giderek estetik nitelik kazanan gereksinmelerini daha kısa zamanda üretmek için üretim sürecine girmesi ve daha ileri teknolojilerin üretilmesi anlamına gelecektir. Boş zaman-ileri teknoloji sarmalı, teknolojik gelişmenin hem yönünü, hem de hızını belirleyecektir.
- Başka Seçenek Yok! Yeniden Deneyeceğiz!
Yeni uygarlık, sermayenin bıraktığı maddi teknik temel üzerinde, ama kurucu öznenin bilinçli faaliyetiyle yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin tüm tortularından arınarak yükselecektir. Bu nedenle, öznenin -eriştiği bilinç düzeyiyle ölçülen- kurucu yetkinliği, başarının biricik güvencesi olacaktır. Öznenin gereksinim duyduğu bilinç, bir miladın ardından ve gaipten değil, hâlihazırda devam eden ve komünizm evrensel ölçekte muzaffer oluncaya kadar kesintisiz sürecek olan devrimci eleştirel kurucu pratikle, mücadele içinde biriktirilerek kazanılacaktır.
Bu yüzden, mücadelemizin her evresi, yöntem ve hedefleriyle, kurucu öznenin kendisini yetkinleştirmesine, şimdiden mücadele içinden başlayarak temelini atacağımız ekolojik bir kültürün oluşumuna hizmet etmelidir.
Yığınların indinde, kapitalizme yönelttiğimiz her eleştiri, onun doğa ve insan düşmanı yüzünü sergilerken, ekolojik bir toplum olarak komünizmin tasavvurunu da görünür kılmalıdır.
Mücadele hedefleri;
Stratejik doğrultu ve taktiklerimizi, yığınlara açık ve anlaşılır biçimde anlatabilmelidir.
Düzenin yasallığına değil, kendi haklılığından güç alan bir meşruiyete dayanmalı, yığınlara sinmiş umutsuzluk sisini dağıtmalı, onları mücadeleye yüreklendirmelidir.
Somut, gerçekleşebilir, ırağı yakın eden nitelikleriyle, mücadele saflarındaki birliği pekiştirmeli, yeni yeni güçleri çekecek bir cazibe yaratmalıdır.
Şunu hiç unutmamalı ve unutturmamalıyız: fazla değil, yalnızca iki seçeneğimiz var:
Ya bundan böyle insan, kendi tarihini doğanın tarihinden ayırmayacak! Ya da tarih yazımının kendisi son bulacak!
Ya bu defa insan, doğanın düşünen elleri olarak hiç ayrılmamacasına onunla yeniden buluşacak! Ya da kendisinin katili olacak!
Ya en büyük üretici güç olarak insan, doğanın ve kendisinin birlikte-sürdürülebilir evrimini güvence altına alacak, bunun için yeni ve daha ileri bir uygarlığın önündeki setleri toplumsal bir devrimle havaya uçuracak! Ya da doğanın mucizesi, bildiğimiz canlı yaşam, bütünüyle sermayenin sonsuz birikim girdabına kapılıp yok olacak!
Ya Ölü Yıldızlara Hayatı Götüreceğiz!
Ya Dünyamıza İnecek Ölüm!
3 Aralık 2010
(1) 2010 yılı Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, 6,607 milyar dünya nüfusu içinde 1,031 milyar nüfusu barındıran gelişmiş kapitalist yörelerin ekolojik ayakizi, kişi başına 6,1 gha (küresel hektar). Buna karşılık, Dünya ortalaması 2,7 gha iken, aynı veri 4,323 milyar nüfusun yaşadığı orta düzeyde gelişmiş yörelerde 2.0; 1,303 milyar nüfusun yaşadığı az gelişmiş yörelerde 1.2 gha’dır.
(2) K. Marx, “I. Enternasyonal Açış Konuşması” (21-27 Ekim 1864).
(3) Rusça “yetişip geçmek” anlamına geliyor.
(4) Karl Marx, 1844 El Yazmaları, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ekim 2005, s. 140.
(5) Rusça uçmak sözcüğü “letat” ile hava bisikletinin mucidi Tatlin’in isminden türetilmiştir.
(6) Karl Marx, Artı Değer Teorileri, cilt III,” Richard Jones”[XXIV. Bölüm].
(7) Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 2. Baskı, Mart 1977, s. 203.
(8) Steve Jones, Neredeyse Bir Balina, Evrensel Basın Yayın, birinci basım, Ekim 2006, s. 108.
(9) Thomas Robert Malthus, Nüfus Üzerine Deneme (1798)
(10) Karl Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, birinci basım, Haziran 1980, s. 608.
(11) Karl Marx, Kapital cilt I, Sol Yayınları, üçüncü baskı, Ankara, Ekim 1986, s. 664.
(12) Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, Metis Yayınları,Ekim 2001, s.76.
12 Mart 2011
|