TARİH MUAMMASI 1 - 2
Arkadaşımız Yusuf Zamir’in Enternasyonal Forum Web sitesinde düzeltilmiş haliyle iki bölüm olarak yayınlanan uzun yazısını, konunun bölünmemesi ve ikinci bölümde ele alınan sorunların anlaşılmasına yardımcı olacak ön bölümlerin sonuç bölümüyle bağının kopartılmaması açısından, birleştirerek ve orijinal başlığıyla yayınlıyoruz.
TARİH MUAMMASI - 1
Tarihi yaratan faaliyet, insana yabancılaşmış faaliyettir. Yabancılaşmış faaliyet, mistik sisler içinde olduğu için gerçek niteliğini açık etmez. Olaylar şifrelidir, olayların görünümleri gerçekte ne olduğunu göstermez. Onun için tarih açıklanmaya, yorumlanmaya muhtaçtır.
Yabancılaşmış faaliyet odur ki, insanların kendi faaliyetleri insanların kontrolü dışına çıkarak kendine özgü vahşi bir irade kesbetmektedir. Yabancılaşmış faaliyetin kesbettiği otonom irade, sapkın toplumsal güçler olarak insanlar üstünde tahakküm kurmaktadır. Yabancılaşmış faaliyet içinde kendilerini kaybetmiş insanlar, kendi yarattıkları sapkın toplumsal güçleri, kendileri kontrol edemedikleri için akıl-sır ermez, mistik güçler olarak algılamaktadırlar.
Dahası, tarihi yaratan yabancılaşmış faaliyet parçalıdır. Birbirleriyle çelişen parça-faaliyetler, o parça faaliyetleri yapan parça-insanların akli olarak kavrayabileceği bütünsel bir manzara ortaya çıkarmamaktadır. Tarihi sürükleyegelen faaliyetin yabancılaşmış, dolayısıyla mistik ve parçalı karakterinden ötürü, tarihe alacakaranlık tedirginliğiyle bakılmaktadır.
Şimdiye kadarki tarih, yabancılaşmış faaliyetin gitgide yaygınlaşıp derinleşerek yaratmakta olduğu insana aykırı dünyanın, yani mülkiyetin, metaın, mübadele değerinin, paranın, piyasanın, yalıtık bireyin, sivil toplumun, sınıfların, devletlerin, savaşların mistik tarihidir. Aslında kendi faaliyetlerinin öznesi olması gereken insanlar, tarih boyunca kendi faaliyetlerinin nesnesi olarak oradan oraya savrulmuşlardır. Onun için şimdiye kadarki tarih, insan iradesi dışındaki mistik iradelerin ya da tarih denen muammanın toplumların başına getirdikleri olarak yaşanmıştır.
Eğer tarihi yaratan faaliyet insanların kolektif kontrolünde olsaydı, kendi faaliyetleri insanlara değil, fakat insanlar kendi faaliyetlerine hükmederlerdi. Bu durumda, faaliyet onu tasarlayan kolektif zihnin doğrudan fiile akışı olarak gerçekleşeceğinden, zihin ile faaliyet arasında berrak bir geçişkenlik olurdu, yani faaliyet mistik sislere bürünmezdi.
Eğer tarihi günümüze taşıyan faaliyet kolektif iradenin ürünü olsaydı, faaliyet kendisini yaratan kolektif topluluğun bütünselliğini yansıtırdı. Eğer faaliyet sahiden kolektif insanlığa ait olsaydı, tarih saydam ve bütünsel bir akış olarak günümüze intikal ederdi. Dolayısıyla tarihin açıklanmaya, yorumlanmaya ihtiyacı kalmazdı. Çünkü kolektif hafıza, geçmiş faaliyeti, vuku bulduğu saydamlık ve bütünsellikle aynen kaydetmiş olurdu.
İnsana yabancılaşmış faaliyetin tarihi, Marks'ın deyişiyle, “insan toplumunun tarih öncesi”ne tekabül eder. İnsanlığın gerçek tarihi, yabancılaşmış faaliyetin dünya çapında ortadan kaldırılıp sahiden insana ait faaliyetin, yani komünal faaliyetin yaratılmasıyla başlayacaktır. Ne zaman ki faaliyet vahşi halden kurtarılıp insan iradesine tabi kılınacak, ne zaman ki faaliyet parçalı halden kurtarılıp bir bütün olarak insana geri döndürülecek, işte ancak o zaman tarih muamması, yani yabancılaşmış faaliyetin şifresi çözülmüş olacaktır:
“Komünizm tarih muammasının çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.” (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng., Progress Publishers, s. 96-97.)
Tarih geriye doğru yorumlanır
Tarih, bugüne yönelik olarak, bugünü ve geleceği şekillendirmek üzere yazılır. İdeolojik tutumlar, siyasal konumlar, toplumsal mensubiyetler, tarih yorumcusunun tarihi nasıl algılayıp sunacağının genel çerçevesini verir.
Tarihin hızlandığı devrimci dönemlerde üretilen fikirler, o dönemin aktörlerine genel-evrensel fikirlermiş gibi gelir. Reel politik ihtiyaçlardan hareketle o fikirler kutsallaştırılıp resmi ideoloji haline getirilirse, o fikirlerin “genel-evrensel” katında algılanışı bir süre daha devam eder. Resmi tarih, resmi ideolojiyi besleyecek şekilde geçmişe yönelik sistematik efsane üretimi yaparak bu süreci destekler.
Ancak tarihin ilerleyişi öylesine zihin açıcıdır ki, saati gelince, geçmişte genel-evrensel sanılan fikirlerin çoğunun gerçekte hiç de öyle olmadığı ortaya çıkar. Geçmişte kendi içyüzlerini açık etmeyen olaylar gelişip mantıksal sonuçlarını ayan beyan ortaya çıkardıkça, resmi tarih anlatısı çökmeye, geçmişin şifreleri birer birer çözülmeye başlar.
Rusya'da 1917 Şubat - Ekim devriminin patlayışı, iktidar alındıktan sonra devrimin boğuluşu, böylece “reel sosyalizm”in tarih sahnesine çıkışı, uzun yıllar süren “sosyalizm” illüzyonuyla halkların kandırılışı ve en sonunda o illüzyonun da yıkılışı, dünya işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine muazzam bir deneyim birikimi sağlamıştır. Bu zengin deney birikimi ve günümüz gerçekliğinde beliren yeni olgular, dünden miras kalan safsataları açığa vurmaktadır. Yaşanmış deneyim, bugünden bakınca, artık eskisi gibi görünmemektedir. Çünkü, bugünü ve dolayısıyla dünü gerçeğe daha yakın yorumlamanın maddi ve zihinsel koşullarına şimdi artık daha çok sahibiz.
Tarihin yorumu, bir doğa olayının sırrını başarılı bir deneyle çözüp işi orada bitirmeye benzemez. Yabancılaşmış faaliyetin tarihsel hareketi gelişip daha bütünsel bir manzarayı maddeten ortaya çıkardıkça ve ona karşı mücadele deneyimleri dünyasal çapta birikip zenginleştikçe, yabancılaşmış faaliyetten kurtuluşun eleştirel teorisi de gelişir. Böylece yorumlamanın maddi ve zihinsel koşulları geliştikçe, yaşanmakta olan ve yaşanmış gerçeklik aslına daha yakın yorumlanır. Bu anlamda tarih, ileriye doğru yaratılır, geriye doğru yorumlanır. Geriye doğru yorumlama, insan faaliyetinin bugünkü ulaştığı yüksek tepeden geriye doğru bakmanın avantajından yararlanır.
Üretici güçlerin gelişmesinin bugünkü ulaştığı yüksek tepeden geriye doğru bakınca görülüyor ki, yirminci yüzyıl başındaki makine teknolojisine, hidrokarbon enerjisi kullanımına ve endüstriyel emeğe dayalı üretici güçler düzeyi, aslında, sermayenin işçiler, emekçiler üstünde gerçek egemenliğini sağladığı üretici güçler düzeyidir. Bu üretici güçler temelinde, sermayenin toplumsal iktidarını inkâr mücadelesini geliştirerek karşı-toplumsal iktidar yapılanmaları yaratılabilir, böylece ikili iktidar dönemine girilebilir ama sosyalist toplum kurulamaz.
Faaliyetin bugünkü ulaştığı yüksek tepeden doğru geriye bakınca görülüyor ki, İkinci Enternasyonal'in geliştirdiği ve daha sonra “reel sosyalizm”e ilham veren “devletli sosyalizm” anlayışı, sermayenin gerçek egemenliğini kurup zihinleri içeriden kuşattığı sanayileşme çağının ürünü olmuştur.
Mübadele değerinin dünya-tarihsel krizi
Tarihin kronolojik sırayla anlatılması, sunumun yöntemi gereğidir. Araştırmanın yöntemi, işe bugünün gerçekliğinden başlamaktır.
Tarih, bugünün faaliyetini, bugünün toplumsal ilişkilerini adım adım yaratmış olan geçmiş kuşakların faaliyetidir. Faaliyetin şimdiki hali, geçmiş faaliyetin kuşaklar boyunca kendi kendisini açımlayarak günümüze ulaşmış halidir. Faaliyetin şimdiki gelişmiş hali, geçmiş faaliyetin mantıksal sonuçlarını sergiler, dolayısıyla geçmişi anlamanın anahtarlarını içinde barındırır. O halde tarihi açıklama girişimi, günümüzün analizinden hareket edip geriye doğru iz sürmelidir.
Günümüz dünyasına damgasını vuran en esaslı gelişme, bilgi yoğun teknolojilerin ortaya çıkışıyla mübadele değerine dayalı üretimin çöküş sürecine girmiş olmasıdır. Bilgi yoğun teknolojiler, artı-değerin kaynağı olan canlı emeği üretim sürecinin dışına çıkarmaktadır. Böylece üretimde canlı emeğin rolü azaldıkça, mübadele değerine dayalı üretimin, sermaye birikiminin, dolayısıyla sermaye egemenliğinin altı oyulmaktadır.
Sermayenin egemenliği, emeğin üretici güçlerinin gelişmesinin nihai toplumsal koşulu değildir. Üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında, sermaye “gereksiz bir külfet haline” gelir:
“Sermayenin bakış açısından, sermayeden önceki üretim aşamaları üretici güçlere vurulmuş çok sayıda boyunduruk gibi görünür. Oysa, sermayenin kendisi doğru olarak anlaşıldığında görülür ki, sermaye ancak üretici güçler gelişmek için dışardan bir mahmuz ve kırbaca ihtiyaç duydukları sürece üretici güçlerin gelişiminin bir koşuludur. Mahmuz ve kırbaç, aynı zamanda, üretici güçlerin dizgini gibi görünür. Sermayenin disiplini, üretici güçlerin gelişmesinin belli bir aşamasında, tıpkı loncalar vb. gibi gereksiz bir külfet haline gelir.” (K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, İng., çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 415.)
Günümüzde mübadele değerini çöküş sürecine sokarak sermayenin egemenliğini fiilen “gereksiz bir külfet haline” getirmiş olan üretici güçler düzeyini, kapitalizm tarihi boyunca adım adım gelişerek ortaya çıkarmıştır. O bakımdan günümüzdeki iflas sürecini hazırlayan tarihsel arka plânı ve sürecin dinamiklerini kavramak için, emeğin üretici güçlerindeki devrimlerin geçmişte insanlığa getirdiklerine bakalım:
Emeğin üretici güçlerinde şimdiye kadar üç büyük devrim yaşanmıştır. İlk büyük devrim bundan on iki bin yıl önce Zagros dağları ile Akdeniz arasındaki bölgede başlayan tarım devrimiydi.
Tarım devrimi, toprağın üretim aracı olarak insanın hizmetine girmesi demektir. Toprağın üretici gücü, sağladığı bereketle, neolitik çağ insanının yaşam tarzında devrimci bir dönüşüme yol açtı. Tarım devrimiyle, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma, göçebelikten yerleşik düzene geçiş başladı.
Üretici güçlerde yaşanan ikinci büyük devrim, on sekizinci yüzyıl sonlarında İngiltere'de patlayan endüstri devrimidir. Endüstri devrimi, sermayenin gerçek egemenliğini sağlayan, böylece kapitalist üretim tarzını ayakları üstünde yükselten süreci başlattı. Bu süreç içinde, endüstriyel üretim tarımsal üretimi egemenliği altına aldı, el aletleri teknolojisine dayalı el emeğinden makine teknolojisine dayalı endüstriyel emeğe doğru hızlı bir dönüşüm yaşandı.
Günümüz dünyasında, sermayeyi gerçek egemenlik çağına sokan endüstri devriminden nitelik olarak farklı, bambaşka bir bilimsel-teknolojik devrim gelişmektedir. İçinde bulunduğumuz üçüncü büyük devrim, makine teknolojilerini kırıp geçirmekte ve üretim faaliyetini köklü bir değişikliğe uğratmaktadır.
Bütün teknolojiler, kullandıkları doğa süreçlerinin karmaşıklık düzeyine göre derece derece bilgi içerir. Ancak yeni teknolojiler, daha öncekilerle kıyaslanamayacak kadar yoğun bilgiye dayanıyor. Onun için bunlara bilgi yoğun teknolojiler diyoruz.
Günümüzdeki bilimsel-teknolojik devrim, makine teknolojisinin işçiye biçtiği rolü kökünden değiştirmektedir. Bilgi yoğun teknolojiler, işçiyi makinelerin eklentisi olma rolünden çıkarıp üretim sürecinin nezaretçisi konumuna yükseltmektedir.
Bilgi yoğun teknolojiler emeğin üretkenliğini olağanüstü artırmakta, böylece canlı emeğe olan ihtiyacı azaltmaktadır. Üretimde canlı emek kullanımı azaldıkça, canlı emeğin yarattığı artı-değer miktarı da azalmaktadır. Bu durumda kâr oranlarının düşüş eğilimi belirginleşmekte, reel sermayelerin birikim hızı yavaşlamaktadır. Dahası, gelecekteki kâr oranları spekülasyonlarına göre bugünden pozisyon almış fiktif sermayeler, borsa kağıtları da kitlesel değer çöküşlerine uğramaktadır. Yeni mübadele değerleri üretimi için yeni sermaye yatırımları, ancak mevcut mübadele değerleri büyüklüğünde devasa çöküşlere yol açma pahasına, böylece mevcut sermayelerin giderek artan oranlarda “değersizleşmesi “ pahasına yapılabilmektedir.
Kapitalizmin bütün işleyişi mübadele değeri ilişkisi üstüne oturur. Dolayısıyla mübadele değerinin dünya çapında çöküş sürecine girmiş olması, kapitalizmin dünya çapında çöküş sürecine girdiğini haber vermektedir. Mübadele değerine dayalı üretimin, yani kapitalist üretimin kabuklarını parçalamakta olan üretici güçler düzeyi, aynı zamanda, mübadele değerine dayalı olmayan üretimin, yani komünal üretimin pratiğin ufkuna girmeye başladığını müjdelemektedir.
Mübadele değeri denen soyut toplumsal iktidarın işlevi, toplumsal emeği üretim dalları arasında sermayenin kârını maksimize edecek şekilde paylaştırmaktır. Dünya piyasalarında yaşanan ani ve kitlesel mübadele değeri çöküşleri, mübadele değerinin, dolayısıyla sermayenin sapkın toplumsal iktidarının sallanmaya başladığını göstermektedir. Toplumsal emeği üretim dalları arasında paylaştırma işinin mübadele değerinin sapkın iktidarı yerine, “özgürce birleşmiş doğrudan üreticilerin” komünal iradesi tarafından yapılmasının nesnel koşulları, mübadele değerinin altını oymakta olan bilgi yoğun teknolojik temelde doğmaktadır.
Canlı emeği üretimin içsel parçası olmaktan adım adım çıkarmakta olan bilgi yoğun teknolojiler, mübadele değerini ve ona dayanan ücretli emek - sermaye ilişkisini ortadan kaldırmanın nesnel temelini döşemektedir. Marks bunun mekanizmasını şöyle anlatır:
“Canlı emeğin nesnelleşmiş emekle mübadelesi, yani toplumsal emeğin sermaye - ücretli emek çelişkisi biçiminde vazedilmesi, değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin nihai gelişme aşamasıdır. Bu ilişkinin önvarsayımı, zenginlik üretiminde belirleyici faktör olarak doğrudan emek zamanı kitlesidir, yani harcanan emek miktarıdır. Ama büyük sanayi geliştikçe, reel zenginlik yaratımı, emek zamanına ve harcanan emek miktarına giderek daha az, emek işlemi sırasında harekete geçirilen mekanik unsurların (yani emek araçlarının - YZ) gücüne giderek daha çok bağımlı olmaya başlar. Emek işlemi sırasında harekete geçirilen bu unsurların (emek araçlarının - YZ) üretimlerinde harcanan doğrudan emek zamanı ile bu unsurların muazzam verimlilikleri arasında hiçbir bağ yoktur. Bu unsurların muazzam verimliliği daha çok bilimin genel durumuna ve teknolojinin, yani bilimin üretime uygulanışının ne derece ileri olduğuna bağlıdır...
“Reel zenginlik, daha ziyade, -büyük sanayiin ifşa ettiği gibi-, harcanan emek zamanı ile bunun ürünü arasındaki müthiş oransızlıkta ve saf bir soyutlamaya indirgenmiş olan emek ile bunun denetlediği üretim sürecinin gücü arasındaki niteliksel oransızlıkta kendisini gösterir. Emek, üretim sürecine artık çok da içselmiş gibi görünmez. İnsan faktörü, daha ziyade, üretim sürecine nezaret eden ve onu düzenleyen bir konum alır.” (K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, İng., çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 704-705. Marx's Grundrisse, çev. David McLellan, The Macmillan Press, s. 150-151.)
Marks buraya kadar emeğin yabancılaşmış emek olarak, yani ücretli emek olarak kapitalist toplumdaki durumunu anlatıyor. Buradan sonra, emeğin özgür yaratıcı faaliyet olarak geleceğin sosyalist toplumundaki durumuna geçiyor. Marks bu geçişli anlatım zinciriyle, düşünceyi mübadele değerine dayalı toplumdan alıp değer ötesi topluma götürüyor:
“(Değer ötesi toplumda - YZ) işçi, dönüştürülmüş bir doğa nesnesini (makineyi - YZ) aracı uzuv olarak, artık kendisi ile emek nesnesi arasına sokmaz. İşçi, şimdi artık kendisi ile -egemenliği altına aldığı- inorganik doğa arasına, endüstriyel bir süreç haline getirdiği doğal süreci (doğa güçlerini insanın hizmetine veren, adeta kendi kendine üretim yapan bilgi yoğun teknolojileri - YZ) sokar. İşçi artık, üretim sürecinin baş aktörü değildir. O artık, sürecin yanındaki bir nezaretçidir. Bu dönüşümden sonra, üretimin ve zenginliğin ana dayanağı, ne insanın harcadığı doğrudan emektir ne de çalıştığı süredir. Üretimin ve zenginliğin ana dayanağı, insanın kendi genel üretici gücünü, doğa bilgisini ve doğa üzerindeki egemenliğini kendisine mal etmesidir, tek kelimeyle toplumsal bireyin gelişmesidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir.
“Doğrudan biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıktığı anda, emek zamanı da zenginliğin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Dolayısıyla mübadele değeri de kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkmak zorundadır. Yığınların artık emeği, genel zenginliğin gelişiminin koşulu olmaktan çıkar. Onunla birlikte, küçük bir azınlığın üretim sürecinde çalışmazlığı da insan zihninin evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar. Böylece mübadele değerine dayalı üretim çöker ve doğrudan maddi üretim süreci, sefil ve antagonist biçimlerinden kendisini kurtarır. Ondan sonra bireyler özgürce gelişme durumuna geçerler. Bundan böyle mesele, artı-emek zamanı yaratmak için gerekli emek zamanını düşürme meselesi değil, fakat toplumun gerekli emeğini minimuma düşürme meselesidir. Toplumun gerekli emeğinin minimuma düşürülmesine, herkesin kullanımına açık olan serbest zaman ve araçlar sayesinde, toplumun bütün üyelerinin sanatta, bilimde vb. eğitimlerini geliştirebilmeleri tekabül eder.” (K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, İng., çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 705-706. Marx's Grundrisse, çev. David McLellan, The Macmillan Press, s. 151.)
Yabancılaşmış emeğin yarattığı ücretli emek - sermaye ilişkisinin tarihsel mazereti, insanın üretici güçlerini çarpık ve tek yönlü de olsa geliştirmesidir. O zaman soru şudur: İnsanın üretici güçleri hangi noktaya kadar gelişmelidir ki, sermaye “gereksiz bir külfet haline” gelmiş, yani yabancılaşmış emeğin tarihsel mazereti kalmamış olsun? Başka bir deyişle, insanın üretici güçleri ne niteliğe ulaşmalıdır ki, inkârı inkâr ederek yabancılaşmış emeği ortadan kaldırmanın, yani doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birliğini sağlamanın nesnel temeli ortaya çıkmış olsun?
Marks yukarıda “büyük sanayi” kodlaması altında, sermayeden kurtuluşun nesnel temelini döşeyen üretici güçler düzeyini tarif etmektedir. “Büyük sanayi” lâfzının kelime anlamına değil, fakat o kodlama altında anlatılanlara bakılınca, sermayeden kurtuluşun nesnel temelini sağlayacak olan üretici güçler düzeyinin, doğrudan üreticiyi üretim sürecinin içsel parçası olmaktan çıkarıp üretim sürecinin yanı başındaki nezaretçi konumuna yükselten ve emek zamanını olağanüstü düşüren düzey olduğu anlaşılmaktadır.
Bilgi yoğun teknolojiler sayesinde emek üretkenliği olağanüstü artıyor. Gittikçe azalan emek miktarıyla gittikçe artan miktarda ürün üretiliyor. Böylece gerekli emek zamanı olağanüstü düştükçe, tarihte ilk kez nedretliği aşmak, bolluğu üretmek insanlığın iktidar alanına girmeye başlıyor. Bilgi yoğun teknolojilerin ortaya çıkışı, insanın insanca yaşayacağı değer ötesi toplumun ütopik bir kuruntu değil, fakat şimdiden pratiğin ufkuna giren akli bir öngörü olduğunu kanıtlıyor.
TARİH MUAMMASI - 2
1917 Şubat - Ekim devrim süreci ve peşinden devrimin “devletli sosyalizm” batağına sürüklenişi, sonraki yetmiş yıl boyunca dünya siyasetini belirledi. O dönemde heyecanla savunulan görüşlerin önemli bir bölümü, daha sonra resmi ideoloji halinde betonlaştırıldı ve dünya halklarının kurtuluş mücadelesine takma akıl olarak servis edildi. Bugün geriye doğru bakışın avantajıyla görüyoruz ki, devrimci kuşakların büyük bir kesimine onyıllarca ilham veren o görüşlerin çoğu tarihin sınavından geçememiştir.
“Devletli sosyalizm” garabeti, fikren İkinci Enternasyonal'de doğmuş, daha sonra “reel sosyalizm”de fiile çıkmıştır. “Reel sosyalizm” illüzyonunun sahnelendiği tarihsel dönemi, o dönemin siyasal retoriğine kapılarak değil, fakat o dönemdeki dönüşümün ortaya çıkardığı toplumsal yapının gerçek niteliğine bakarak değerlendirmek gerekir.
Küresel kapitalizmi ören tarihsel süreç
Çok değil, bundan yüzyıl önceki dünyanın yaklaşık üçte ikisi kapitalizmle yeterince tanışmamıştı. Dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu, kendi kendine yeterli kapalı topluluklar halinde yaşıyordu. Bugünkü küresel kapitalizm ise bütün dünya halklarını dünya pazarının yarattığı toplumsallık illüzyonunun altında birleştirmiştir. Bugün artık kapitalizm, insana aykırı bir dünya-toplumsal ilişki olarak, yeryüzünün en ücra köşelerine kadar nüfuz etmiştir.
Sermayenin dalga dalga yayılıp yeryüzünü fethetmesi, böylece bugünkü küresel kapitalizmi ilmik ilmik örmesi uzun bir tarihsel süreçtir. Bu tarihsel süreci kavramak için, önce sermayenin hareketini zihinde soyutlayarak çözümlememiz, daha sonra soyutladığımız hareketin tarihsel süreç içinde adım adım fiile çıkarak toplumları nasıl girdabına aldığını görmemiz gerekiyor.
Marks, aşağıdaki alıntıda, sermayeyi bir hareket olarak şöyle tasavvur eder:
“Sermaye bir harekettir, yani çeşitli aşamalardan geçerek çember çizen bir süreçtir. Bu aşamaların her biri, sürecin çember oluştururken aldığı üç farklı biçimden birini içerir. İşte bu yüzden sermaye, kıpırtısız duran bir şey olarak değil, ancak bir hareket olarak anlaşılabilir.” (K. Marks, Kapital, İng., c. 2, s. 108.)
Sermayenin çember çizen hareketi ya da devrevi hareketi üç aşamadan geçer. Her bir aşamada sermayenin üç farklı biçiminden biriyle karşılaşırız.
Birinci aşama: Sermaye, para kılığında, yani para-sermaye biçiminde dolaşım sürecindedir. Kapitalist, cebine para-sermayeyi koyarak meta ve işgücü pazarına çıkar. Para-sermaye ödeyerek karşılığında üretim araçları ve işgücü satın alır. Para-sermayenin işlevi, işçiyle üretim araçlarını yan yana getirmenin koşullarını yaratmaktır. Para-sermaye bu işlemin sonunda üretken-sermayeye dönüşür.
İkinci aşama: Sermaye, işgücü ve üretim araçlarına dönüşmüş haliyle, yani üretken-sermaye biçiminde üretim sürecindedir. İşçiler, işgüçlerinin değerini, kullandıkları emek nesnelerinin değerini, emek araçlarının yıprandığı kadarının değerini ve yarattıkları artı-değeri ürettikleri ürüne aktarırlar. Sermaye bu süreçten, üretimde kullanılan başlangıç değerinin üstüne artı-değeri eklediği için, büyümüş olarak çıkar.
Üretken-sermayenin işlevi, fiili üretim süreci içinde yaratılan artı-değeri kendi içine katmaktır. Zaten kapitalist üretimin bütün amacı artı-değer sömürüsüdür. Sermaye ancak üretim aşamasındayken, yani artı-değer üretimi sağladığı aşamadayken üretken olur. Onun için devrevi hareketinin bu aşamasındaki sermayeye üretken-sermaye denir.
Üçüncü aşama: Sermaye, üretim sürecinden meta kılığında çıkar. Onun için üretim sürecinden çıkan sermayeye meta-sermaye denir. Sermaye, meta-sermaye biçiminde tekrar dolaşım sürecine girer. Çünkü üretilen metada içerilmiş olan artı-değer, ancak meta pazarda satılırsa realize edilebilir. Kapitalist, üretim sürecinde el koyduğu artı-değeri içeren meta-sermayeyi, pazarda parayla mübadele ederek para-sermayeye dönüştürür. Böylece artı-değer realize edilmiş ve sermayenin devrevi hareketi tamamlanmış olur.
Görüldüğü gibi sermaye, devrevi hareketinin birbirini izleyen üç aşamasında, üç farklı biçim alır. Her bir biçim belli bir işlevi yerine getirir. Onun için bunlara sermayenin işlevsel biçimleri denir. Sermayenin bir işlevsel biçimden ötekisine geçerek başlangıç biçimine geri dönmesine sermayenin devri denir.
Kapitalizmin tarihi, sermayenin devrevi hareketindeki bu üç momentin potansiyellerini adım adım fiile çıkararak toplumları dönüştürmesinin tarihidir.
Sermaye, doğuşundan bu yana, meta-sermaye ve para-sermaye biçiminde giderek genişlettiği mekânda dolaşmaktadır. Sermayenin bu iki biçimi geçtiğimiz iki yüzyılda dünya mekânında gitgide yayılırken, sermayenin üretken-sermaye biçimi, içinde doğduğu ya da sermaye ihracı yoluyla içine ekilerek boy verdiği toplumsal havzalarda çakılı kalmıştır.
Bugün ise durum değişmiştir. Bilgi yoğun teknolojik devrim, aynı üretken-sermayenin dünyanın her yerinde, aynı anda, tek bir bütünsel üretim sürecini örmesinin maddi-teknik temelini yaratmıştır. Günümüzde sermayenin üretken-sermaye biçimindeki hareketi de ülke sınırlarını aşıp bütün yeryüzüne yayılma imkânına kavuşmuştur.
Üretken-sermayenin ulus-devlet cenderesini aşıp dünyasal mekânda üretimi örgütlemeye başlamasıyla, artı-değer sömürüsü çok daha derin bir dünyasal anlam kazanmıştır. Şimdi artık, dünya işçilerinin farklı coğrafyalarda ürettiği artı-değere, aynı bütünsel üretim süreci içinde, aynı anda, aynı üretken-sermaye tarafından doğrudan el konulmaktadır. Sermaye artık, yaratmakta olduğu dünya-toplumsal ilişki ağı içinde devinerek kendi değerini büyütebilmekte, yani dünyasal mekânda sermaye birikimi yapabilmektedir. Şimdi artık üretken-sermaye, eskiden olduğu gibi yalnızca ülke-toplumsal bir ilişkiyi değil, fakat dünya-toplumsal bir ilişkiyi ifade eder olmuştur.
Uluslararası ekonomi, üretken-sermayenin ülke-mekânlara çakılı kaldığı makineli üretim çağının olgusudur. Küresel ekonomi ise üretken-sermayenin dünya-mekânsallaşmaya başladığı bilgi yoğun teknoloji çağının olgusudur. Bugün artık, üretimin toplumsallaşma süreci ülke-toplumsal havzalara sığmamakta ve dünya-toplumsal mekânı yaratmaktadır. Bu demektir ki, sermaye birikiminin ihtiyaç duyduğu toplumsal-siyasal koşullar değişmektedir.
Sermaye birikiminin, yani sömürünün toplumsal koşulları, siyasal ilişkilerin nasıl bir çerçevede örgütleneceğinin belirleyicisidir. Ulus-devlet örgütlenmesi, makineli üretime dayalı sermaye birikiminin ördüğü ülke-toplumsallık illüzyonunun resmi yapılanması olarak doğmuştur. Sermayenin devrevi hareketi küreselleştikçe, sömürünün koşulları da küreselleşmekte, dolayısıyla küresel toplum illüzyonu doğmaktadır. Buna bağlı olarak, ulus-devlet örgütlenmeleri aşılmakta ve küresel sermaye giderek küresel egemenlik biçimleri yaratmaktadır.
Endüstriyel kapitalizm dönemi
Makineli üretime dayalı kapitalizm, yani endüstriyel kapitalizm ilk olarak İngiltere'de, on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya başladı. Bu gelişmenin arkasında yaklaşık dört yüzyıllık ilkel sermaye birikimi süreci ve ticaret sermayesinin demlene demlene dönüşüme hazırlanması vardı.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında İngiltere'de sanayileşme artık patlamıştı. Buharlı makine gümbür gümbür üretime girmekte, fabrika sistemi hızla yayılmakta, yani kapitalizm manifaktür aşamasından maşinofaktür aşamasına geçmekteydi.
O zamanki İngiltere, dünya denizlerini ve kritik coğrafyaları kontrol eden bir sömürge imparatorluğuydu. Dolayısıyla yeni doğan maşinofaktür sanayii, İngiltere'nin dünya çapında kurduğu yaygın ticaret ağını hazır devralmıştı.
Maşinofaktür malları yüksek emek üretkenliği sağlayan makine teknolojisiyle üretildiği için manifaktür mallarına göre düşük maliyetliydi. Bundan ötürü hiçbir ülke, İngiltere'nin dünya pazarına sürdüğü maşinofaktür mallarıyla rekabet edememekteydi. İngiliz maşinofaktür sanayii, ucuz meta fiyatları sayesinde öteki ülkelerdeki manifaktüre dayalı sanayileri, el tezgahlarını yıkmaktaydı.
On dokuzuncu yüzyılın başında endüstri devrimi İngiltere'yi boydan boya harmanlarken, kıta Avrupa'sındaki sanayi hâlâ manifaktür aşamasında evrimini sürdürmekteydi. Buharlı makine Fransa yoluyla kıtaya daha yeni yeni giriyordu. Hal böyleyken, Avrupa birdenbire İngiliz fabrika mallarının istilâsına uğradı. Bu durum, kıtadaki kapitalist gelişmeyi baskı altına aldı ve siyasal iktidarların ekonomi politikalarını derinden etkiledi.
İngiltere'de kapitalizm kendi ayakları üstünde yükseldikçe, ülkede serbest rekabet düzeni yerleşmeye, böylece devletin ekonomideki rolü azalmaya başlamıştı. İngiltere, düşük maliyetli maşinofaktür mallarının rekabet avantajını realize edebilmek için bütün dünyaya serbest ticareti dayatmaya çalışıyordu. Kıta ülkeleri ise devlet müdahalesini ve korumacılığı savunuyordu. Çünkü eğer kıta ülkeleri ayakta kalacaklarsa, İngiliz mallarına karşı gümrük duvarlarını yükseltmeliydiler. Kıta ülkelerindeki yerli sermayelerin kendi doğal evrimleriyle makineli üretime geçecek vakti kalmadığına göre, kıta devletleri, sermaye birikimi sürecine daha aktif müdahil olmalı ve ülke içi kaynakları seferber ederek maşinofaktüre geçişi hızlandırmalıydılar.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yeni bir sanayileşme dalgası Avrupa ve Kuzey Amerika'yı etkisi altına aldı. O yıllardaki sanayileşme hamlesi dünya ekonomisini öylesine derinden yapılandırdı ki, bugünü hâlâ etkilemekte olan gelişmiş - az gelişmiş ülkeler ayrımının temelleri o yıllarda atıldı.
İngiltere'de on sekizinci yüzyılın sonlarında başlayan ilk sanayileşme dalgası, el emeğine dayalı dokuma tezgâhlarını buharlı makinelerin döndürdüğü millere volan kayışlarıyla bağlayarak işe başlamıştı. O yıllardaki basit buharlı makineler, el emeği ve el aletleri kullanılarak mütevazı işliklerde üretilebiliyordu. Üretilen buharlı makineleri satın alıp mevcut dokuma tezgâhlarına monte etmek için gereken para-sermaye miktarı, ortalama bireysel kapitalistin imkânları dahilindeydi.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki ikinci sanayileşme dalgasında, yani ağır sanayiin kuruluşu döneminde ise durum farklıydı. Ağır sanayi demek, dev demir-çelik tesislerinin inşa edilmesi, onları besleyecek zenginlikte demir cevheri ve kömür yataklarının bulunup işletilmesi, sevkiyat için büyük buharlı gemilerin, limanların, lokomotiflerin, yaygın demiryolu şebekesinin yapılması demekti. Bu devasa sanayilerde kullanılacak olan karmaşık makine ve aksamın üretimi için önceden gelişmiş bir makineli sanayi altyapısının bulunması gerekiyordu. Sonra, bu dev yatırımlar için muazzam miktarlarda para-sermayeye ihtiyaç vardı.
On dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki Almanya, sermaye birikimini, makineye dayalı sanayiini henüz yeterince geliştirememiş, üstelik küçük devletçiklere bölünmüş bir ülkeydi. Almanya'nın önünde iki seçenek vardı: Ya ağır sanayii hızla kurarak dünya pazarında kendisine yer açacak ya da İngiliz mallarına teslim olarak geri kalmışlığı kabullenecekti.
Eğer Alman sermayesi ayakta kalacaksa, geç kalmışlığı telâfi etmek için acilen ülke içi pazarı bütünlemeli, ülkedeki bütün kaynakları, bütün tekil sermayeleri birleştirerek ağır sanayie yöneltmeliydi. Dahası, ağır sanayi üretiminin sürdürülebilmesi için Almanya'da bulunmayan hammaddelerin ülkeye akışı sağlanmalıydı. Ne var ki, dünya hammadde kaynakları İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının denetimi altındaydı. O halde Alman sermayesi, ihtiyacı olan hammadde kaynaklarına ulaşmak için mutlaka devletin askeri ve diplomatik gücünü arkasına almalıydı.
Almanya 1866'da siyasal birliğini sağlayarak son derece hırslı bir ağır sanayi hamlesine girişti. Ağır sanayi yatırımları için muazzam miktarda para-sermaye gereği, endüstri sermayesi ile banka sermayesini birleşmeye itti, böylece finans kapital ortaya çıktı. Finans kapital, bir yandan ekonominin bütün stratejik sektörlerini ele geçirirken, bir yandan devletle giderek bütünleşti. Bu iki süreç birbirlerini destekler tarzda iç içe gelişti. Alman Sosyal Demokrat Parti liderlerinden Rudolf Hilferding, 1910'da yayımlanan Finans Kapital: Kapitalist Gelişmenin En Son Aşaması Üstüne Bir Çalışma adlı kitabında bu durumu kapitalizmin evrensel bir gelişme aşamasıymış gibi teorize etti.
Oysa, geç kalmışlığın basıncı altındaki Almanya özgülünde bunlar yaşanırken, İngiltere'deki ikinci sanayileşme dalgası daha elverişli koşullardan ötürü daha piyasacı bir yol izledi.
İngitere'deki ilk sanayileşme dalgası, dünya pazarı zaten elde olduğu için rakipsiz ilerlemişti. Bu süreç boyunca, İngiltere'de ikinci sanayileşme dalgası için gerekli olan sermaye birikmiş, finansal örgütlenme gelişmiş, endüstriyel altyapı tamamlanmıştı.
İngiliz banka sermayesinin uluslararası finans hareketlerindeki rolü büyüktü. Banka sermayesi, sermayenin devrevi hareketi içindeki işlevi gereği para-sermaye biçiminde kalması gereken sermaye çeşitidir. İngiliz banka sermayesinin dünya çapındaki finansal operasyonları başarıyla yürütebilmesi için sermayesini ağırlığıyla likit konumda tutması gerekiyordu. İngiliz banka sermayesinin Almanya'daki gibi endüstri sermayesiyle birleşerek üretken-sermaye momentine uzun vadeli bağlanması, onu asli işlevinden uzaklaştırırdı. Kaldı ki, İngiliz endüstri sermayesi ile banka sermayesine birleşmeyi dayatacak acil bir zorunluluk yoktu. Çünkü İngiltere zaten dünya pazarının endüstriyel merkeziydi. İngiliz endüstri sermayesi, büyük yatırımlar için gerekli kaynağı mevcut birikimlerinden, dünya borsalarında hisse senedi satışlarından ve bankalardan aldığı normal kredilerden sağlayabiliyordu.
Almanya özgülündeki sorun, önüne koyduğu hızlı sanayileşme hedefi için sermaye birikiminin yetersiz oluşuydu. Endüstri sermayesi ile banka sermayesinin birleştirilmesi, mevcut sermaye birikiminin yetersizliğini aşmak için başvurulan olağanüstü bir çözümdü. Ayrıca hızlı sanayileşme, işçi sınıfını hızla büyütüyordu. Toplumun hızla dönüşmesi, iç gerilimleri artırıyor, işçi sınıfı mücadelesini keskinleştiriyordu. Bu durum, sermaye grupları arasında safları sıklaştırma, devletle iç içe geçme eğilimini güçlendiriyordu.
İngiltere'de ise sermaye birikimi süreci daha eskiden başlamış, dolayısıyla toplumsal dönüşüm sancıları daha uzun süreye yayılmıştı. İngiltere'deki sanayileşme süreci kendi ritmi içinde gelişirken, Almanya'daki gibi katı bir devlet tekel bütünleşmesini ortaya çıkarmamıştı.
Benzer bir durum ABD için de geçerliydi. Amerika, coğrafi konumu gereği zaten belli ölçüde dünyadan yalıtıktı. ABD kıtasal ölçekte bir ülke olduğu için tekil sermayelerin tekellere büyümesi Avrupa'dakiler kadar hızlı yol almıyordu. Kaldı ki devlet, sermayenin genel çıkarları doğrultusunda ekonomik liberalizmi sürdürebilmek için, ortaya çıkan tekelleri anti-tröst yasalarıyla denetim altında tutuyordu. Amerikan liberalizmi, tekil sermayelerin serbest rekabet içinde sömürü özgürlüğünü güvenceye alarak, sermayenin bir bütün olarak serbestçe birikim yapmasını, dolayısıyla kapitalizmin dinamik gelişmesini sağlıyordu.
Finans-kapital ile devletin bütünleşerek ekonomiyi güdümüne alması, o zamanın gelişmiş kapitalist ülkeleri olan İngiltere ve ABD'deki genel eğilimi yansıtmıyordu. Finans-kapital ile devletin bütünleşerek ekonomiyi güdümüne alması, geç kalmış kapitalizmin Almanya'daki sıkışmışlığından doğan özgül bir eğilim olarak ortaya çıkmıştı.
“Sosyalizm için tam maddi hazırlık”
İkinci Enternasyonal'in zihinsel ufku, bağrında doğduğu Almanya ile sınırlıydı. O zamanki Almanya geç kalmışlığın basıncı altında ayakta kalabilmek için dünya pazarında kendisine yer açma mücadelesi veriyordu. Almanya, sermaye yetersizliğini telâfi etmenin olağanüstü yolu olarak ekonomisini hoyratça merkezileşmekteydi. İkinci Enternasyonal, baktığı Almanya penceresinin gösterdiği manzaradan hareketle şöyle bir analiz geliştirdi:
Üretici güçler bireysel kapitalist mülkiyetin içine artık sığamayacak kadar büyüyünce bireysel kapitalist mülkiyet biçimiyle çatışmaya girer. Bu çatışmaya cevap olarak hisse senetli kapitalist mülkiyet, yani anonim şirketler doğar. Zayıf sermayeleri yutarak büyüyen anonim şirketler sektörlerinde tekelleşir. İş kollarına böylece egemen olan sanayi sermayeleri ile banka sermayeleri birleşerek finans kapitali ortaya çıkarır. Finans kapital, ekonomiyi kontrolü altına alarak toplumsallaştırır, dolayısıyla “sosyalizm için nihai örgütsel ön gereklilikleri” yaratır:
“Finans kapitalin toplumsallaştırıcı işlevi, kapitalizme üstün gelme görevini son derece kolaylaştırıyor. Finans kapital ekonominin en önemli dallarını bir kez kontrol altına aldıktan sonra, toplumun bu üretim dallarının kontrolünü ele geçirmek için bilinçli yürütme organı -işçi sınıfı tarafından fethedilmiş devlet- aracılığıyla finans kapitale el koyması yeterlidir...
“Finans kapital, sosyalizm için nihai örgütsel ön gereklilikleri yaratırken ...” (Rudolf Hilferding, Finans Kapital)
Doğru teorik önermelerden başlayıp yanlış sonuçlara ulaşan yukarıdaki senaryonun geliştirilmiş versiyonu şöyledir: Dev tekelleri elinde tutan finans kapital, giderek devletle iç içe geçerek devlet-tekelci kapitalizmini yaratır. Devlet-tekelci kapitalizmi, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Bundan daha ötesi, ancak sosyalizm olabilir.
İkinci Enternasyonal, sosyalizmin kuruluşunu, yabancılaşmış faaliyetin ortadan kaldırılıp yerine komünal faaliyetin gelmesi olarak değil de işçi sınıfı adına siyaset yapan partinin devlet iktidarını ele geçirip ekonomiyi devletleştirmesi olarak kavramlaştırdığı için, devlet-tekelci kapitalizminde sosyalizmin maddi temelini gördü. Bu akıl yürütmeye göre, devlet-tekelci kapitalizmi, ekonomiyi tek bir mekanizmada bütünleştirerek ülke çapında merkezi plânlamayı mümkün kılmıştı. O halde işçi sınıfı adına iktidarı ele geçiren parti, devlet-tekel mekanizmalarını kullanarak sosyalizmi kurabilirdi.
Lenin, İkinci Enternasyonal'in parlamentoda çoğunluğu sağlama yoluyla iktidara gelme siyasetini reddederek, ayaklanma yoluyla iktidarı ele geçirme siyasetini savundu. Ancak İkinci Enternasyonal'in Almanya özgülünde geliştirdiği analize ve “devletli sosyalizm” safsatasına bağlı kaldı. Lenin, “devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık” olduğunu ileri sürdü:
“Çünkü sosyalizm, devlet-kapitalist tekelden yalnızca bir sonraki adımdır. Ya da başka bir deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmeye koşulmuş ve o ölçüde kapitalist tekel olmaktan çıkmış devlet-kapitalist tekelin ta kendisidir...
“Tarihin diyalektiği öylesinedir ki, savaş, tekelci kapitalizmin devlet-tekel kapitalizmine dönüşümünü olağanüstü hızlandırarak, insanlığı böylece sosyalizme doğru olağanüstü ilerletti.
“Emperyalist savaş sosyalist devrimin arifesidir. Bu, sadece savaşın dehşetinin proletarya ayaklanmasına yol açmasından ötürü değildir. Çünkü hiçbir ayaklanma, sosyalizmin ekonomik koşulları olgunlaşmaksızın sosyalizmi getiremez. Fakat, devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık olduğundan, sosyalizmin eşiği olduğundan, tarihin merdiveninde bir basamak olan devlet-tekel kapitalizmi ile sosyalizm denilen basamak arasında herhangi bir ara basamak olmadığından ötürüdür.” (V. İ. Lenin, “Yaklaşan Felâket”, 10-14 Eylül 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 25, s. 362-363.)
Lenin'in yukarıda ileri sürdüğü “devlet-tekel kapitalizminin sosyalizm için tam maddi hazırlık olduğu” iddiasını Marks'la bağdaştırmak mümkün değildir.
Bakılacak yer, üretim faaliyetinin ne devasa boyutlardaki tekeller altında yapıldığı değil, fakat üretim faaliyetinin ne nitelikteki üretici güçlerle yapıldığıdır. O zamanki üretici güçler, makine teknolojisi kullanan endüstriyel emeğe dayanıyordu. Makine teknolojisinde işçi makinenin eklentisi olarak üretim sürecinin içinde varlık bulur. Makine teknolojisine dayalı üretici güçler ne denli insanı kollar tarzda örgütlenirse örgütlensin, işçi makinenin eklentisi olmaktan kurtulamaz.
İşçiyi makinenin eklentisi olmaya mahkum eden makineli üretim temeli, emeğin kurtuluşunun maddi temeli değildir. Emeğin kurtuluşunun maddi temeli, bilgi yoğun teknoloji yaratan zihinsel emeğe dayalı üretici güçler düzeyidir. Çünkü ancak bu nitelikteki üretici güçler, doğrudan üreticileri üretim sürecinin nezaretçisi konumuna yükselten ve emek zamanını olağanüstü düşürerek herkesin kullanabileceği serbest zamanı artırma potansiyeli taşıyan maddi temeli sağlar.
Siyasal devrim için değil, fakat sosyalizmin kurulabilmesi için emeğin kurtuluşunun maddi temelini sağlayan üretici güçlerin yaratılması gereği, o zamanlar yeterince kavranamamıştı. Kapitalizmin kâr odaklı geliştirdiği üretici güçleri insan ve doğa odaklı hale getirmek için, sapkın bir mecrada ve parçalı halde gelişegelmiş olan insan faaliyetini bütünleyerek insana geri döndürmek için, zihinleri yığınsal olarak dönüştürmek için kapitalizm ile sosyalizm arasında uzun bir dünya-tarihsel geçiş döneminin, yani dünya-tarihsel ikili toplumsal iktidar döneminin yaşanması gerektiği anlaşılamamıştı.
İkinci Enternasyonal zihniyeti, sosyalizmin kapitalizmden devralınacak olan devlet-tekel aygıtlarına yaslanarak kurulabileceği hurafesini ciddi ciddi savunuyordu:
“Kapitalizm, bankalar, tröstler, posta hizmeti, tüketici dernekleri ve büro işçileri sendikaları biçiminde bir muhasebe aygıtı yarattı. Büyük bankalar olmasa sosyalizm imkânsız olurdu.
“Büyük bankalar, sosyalizmi getirmek için ihtiyacımız olan ve kapitalizmden hazır olarak alacağımız ‘devlet aygıtı’dır. Burada görevimiz, bu mükemmel aygıtı kapitalistçe sakatlayan ne varsa onu kesip atmaktan, onu daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı kılmaktan ibarettir. Nicelik niteliğe dönüşecektir. Her kırsal bölgede, her fabrikada şubeleri olan, büyükten de büyük tek bir Devlet Bankası, sosyalist aygıtın onda dokuzunu oluşturacaktır. Bu, ülke çapında defter tutma, malların üretim ve dağıtımının ülke çapında muhasebesi olacaktır. Bu, sözgelimi, sosyalist toplumun iskeleti gibi bir şey olacaktır.” (V. İ. Lenin, “Bolşevikler Devlet İktidarını Elde Tutabilirler mi?”, 1 Ekim 1917, Toplu Yapıtlar, İng., c. 26, s. 106.)
Alıntıya göre büyük bankalar kapitalizmden hazır olarak alacağımız “devlet aygıtı”dır. Bu “devlet aygıtı”nı kapitalistçe sakatlayan ne varsa kesip atarsak, onu “daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı” hale getirirsek, “nicelik niteliğe dönüşecektir”. Yani sözü edilenler yapılınca, “bu mükemmel aygıt” niteliksel bir dönüşüm geçirecek ve “sosyalist aygıtın onda dokuzunu oluşturacaktır”.
Oysa devlet aygıtları, tröstler, büyük işletmeler, onları “kapitalistçe sakatlayan” yanlar ayıklanarak nötr hale getirilebilecek aygıtlar değillerdir. Bankalar, kapitalistçe sakatlanmış değildir, kapitalizmin ta kendisidir. Bankalar para-sermayenin toplumsal iktidarının örgütleniş biçimidir. Bankalar dâhil olmak üzere bütün kapitalist aygıtlar işçileri, mülksüz yığınları sermayenin, paranın, piyasanın iradesine tabi halde tutmanın aygıtlarıdır. O aygıtlar “daha da büyük, daha da demokratik, daha da kapsamlı” hale getirilince, tahakküm aygıtı olmaktan çıkıp özgürlük aygıtı haline gelmiş olmazlar. Özgürlük toplumuna varabilmek için bankaların, paranın, piyasanın, kısacası değer yasasının ifade ettiği bütün “ekonomik” tahakküm ilişkilerinin, toplumsal yarılmışlığın, devletin ortadan kaldırılması gerekir.
“Büyükten de büyük tek bir Devlet Bankası” sosyalist bir “aygıt”ın değil, ancak totaliter bir aygıtın unsuru olabilir! “Büyükten de büyük” devlet örgütleriyle, özgürlük toplumu değil, ancak totaliter bir kâbus yaratılır! Olan da bu olmuştur!
Yusuf Zamir
15 Ekim 2010
|